Gündem Baş döndüren bir başkent!

Baş döndüren bir başkent!

22.05.2016 - 02:30 | Son Güncellenme:

Yeni Delhi’ye adım atar atmaz sıcak hava bir tokat gibi yüzünüze çarpıyor. ‘Bu kadarına da pes’ dedirten trafik, baş döndüren baharat kokusu ve sık sık rastladığınız yoksulluk aklınızı başınızdan alıyor...

Baş döndüren  bir başkent

Gitmeden önce bana “Hindistan denince aklına ne geliyor?” diye sorsanız “Oscar ödüllü Slumdog Millionaire’in sonunda tren garında kalabalık bir grubun Jai Ho adlı şarkıyla coşkulu dansları” derdim. Gidip geldikten sonra söyleyebileceğim; hiç öyle dans eden görmedim ama Hindistan o sahneden çok daha fazlası...

Hindistan’a gitmek biraz meşakkatli. Schengen vizesi alırken bile bu kadar prosedür yok. Önceden belgeleri gönderiyorsun, sonra bir de Harbiye’deki konsolosluk binasına gidip parmak izi verip fotoğraf çektiriyorsun. Bir haftalık sürede eğer bir sorun yoksa vizeyi alıyorsun.

Hava 45 derece

Gelelim yolculuğa... Bizim seyahatimiz Yeni Delhi’ye. Direkt uçarsanız 6 saat. Dua edin rötar olmasın. Bizim uçakta teknik bir sorun olduğu için 4 saat rötarla 10 saatte Yeni Delhi’ye ulaşıyoruz.

Havalimanı normal. Hele bizim havalimanlarıyla kıyaslandığı zaman bir hayli! Geliş bölümü halıfleks kaplı, oradan hesap edin. Otobüsümüzle buluşup otele gidene kadar aslında pek bir şey göremiyoruz. Ancak havalimanından çıkar çıkmaz ilk baş döndüren şey bir tokat gibi yüzümüze vuruyor: Sıcak!

Hava 45 derece! Güneşin altında hissettiğimiz sıcaklığı tahmin bile edemiyorum. Ulaşım da çok gelişmiş olmadığı için klima değil de soğuk havayı direkt kafanıza üfleyen bir sistemle serinliyorsunuz.

Aşırı güvenli otel

Havalimanına yakın bir otelde kalıyoruz. Burası bir oteller adası. Birçok ünlü otelin burada şubesi mevcut. Kalacağımız otele geldiğimizde Türkiye’de yaşayan bir kişi olarak bile anlayamadığım duvar gibi bir güvenlikle karşılaşıyoruz. Bavullar ayrı bir odada aramadan geçiriliyor. Erkekler kapının önündeki x-ray’de tek tek, didik didik aranıyor. Kadınlar ise bir kabinin içine alınarak inceleniyor. Ve bu her otele girişinizde aynı şekilde uygulanıyor. Sonradan baktığımda aslında çoğu otelde bu sistemin uygulandığını görüyorum.

Trafik kaosu

Baş döndüren  bir başkent


Şehre doğru yola çıktığımızda İstanbul’dan alışkın olduğumuz ancak “Bu kadarına da pes” dediğim baş döndüren diğer bir gerçekle yüzleşiyorum. Trafik! Arabalar, otobüsler, yerel ulaşım aracı tuktuklar, tabii ki motosikletler... Şerit yok, polis yok, trafik ışığı yok. Peki ne var? Korna! Bizi taşıyan otobüs şoförünün de sıklıkla yaptığı aralıksız kornaya basmak. Normal şartlarda İstanbul trafiğinde arkanızdaki araba bu kadar kornaya bassa kavga etmeden o işin içinden çıkamazsınız. Ancak sıcaklığın da verdiği rehavetle sanırım hiç kimse tepki vermiyor.

‘Perdeleri kapatmayalım’

Otobüste yüzüme vuran güneşten kurtulmak için perdeyi kapatmaya yelteniyorum ve anında “Perdeyi kapatmak yasak” uyarısıyla karşılaşıyorum. Tur rehberimiz Arun Kumar, yasağın çok çarpıcı gerekçesini şöyle açıklıyor: “3 yıl önce otobüste yaşanan tecavüz olayından sonra perde kapatmak yasaklandı.” Şoke oluyorum. Sonrasında baktığımda aslında çoğu otobüste perde de görmüyorum. “Peki cezası ne?” Kumar, “Eğer yakalanırsanız gözaltına alınıp kurala uymadığınız için yargılanıyorsunuz. Araca el koyuyorlar.”

‘Başka şansım var mı peki?’

Ve dünyanın 7 harikasından birine gidiyoruz. Yeni Delhi’den 3 saat uzaklıkta Agra’da, Babür İmparatorluğu 5. hükümdarı Şah Cihan’ın, eşinin ölümünün ardından yaptırdığı o muhteşem yapı. Bize Tac Mahal’i gezdiren Mustafir anlatıyor: “Şah Cihan’ın ilk iki eşini ailesi seçmiş. Üçüncüsünde aşık olmuş. Ercümend Banu Begüm diğer adıyla Mümtaz Mahal. Mümtaz Mahal Şah Cihan’ın 14 çocuğunun annesi. Birbirlerine o kadar aşıklarmış ki Şah Cihan nereye gitse eşini de yanında götürürmüş. Mümtaz Mahal 14’üncü çocuğuna hamileyken Şah Cihan bir isyanı bastırmaya giderken yine çok sevdiği eşini yanında götürmüş. Ancak Mümtaz Mahal, orada aşırı kan kaybından hayatını kaybetmiş. Şah Cihan, eşinin anısına Tac Mahal’i yaptırmış.”

Tac Mahal’in içinde Mümtaz Mahal ve Şah Cihan yan yana uyuyor. Benim aklımda ise Şah Cihan’ın ilk iki eşi var.

‘Ailem seçti’

“Onların mezarı nerede?” diye soruyorum Mustafir’e. Eliyle uzağı göstererek, “Onlar da burada, ancak Tac Mahal’in iki ayrı ucunda” diyor. Devamında Mustafir’e Hindistan’da hâlâ 2-3 kadınla evlilik yapılıp yapılmadığını soruyorum. Mustafir, “Burada aileler hâlâ çocuklarının yapacakları evlilikleri belirliyor. 2-3 evlilik yapanlar evet var.” Benim sorum, “Senin kaç eşin var?” Mustafir, “Bir eşim var ama ailem seçti. Evlendiğimde yüzünü bile görmemiştim” diyor. “Peki onu seviyor musun?” diye soruyorum. Mustafir’in cevabı biraz hüzünlü: “Başka şansım var mı peki?”

Kumaş, takı ve baharat

Algım o saatten sonra kadınlara yöneliyor. Şehrin dış kesimlerinde sokaklarda, caddelerde kadın yok denecek kadar az. Şehrin içine doğru ilerledikçe renkli, yerel kıyafetli kadınlar göze çarpıyor. Merkezde ise daha modern giyimli ve sayıca daha fazla kadın var. Ancak tabii ki bir İstanbul değil.

İki kere düşünün

Hindistan’da yemek yemeye kalkarsanız iki kere düşünün. Benim gibi kokuya duyarlı bir insansanız daha yemeği görmeden düşünmeye başlıyorsunuz. Baharatı yoğun kullanmaları nedeniyle ben tadım aşamasına bile geçemedim. Çok şükür birlikte seyahat ettiğimiz bir kişinin önceden konu hakkında bilgi sahibi olması sayesinde Yeni Delhi’de de lavaş, Türk peyniri ve zeytini yeme şansını (!) yakalıyorum. Temizlik anlayışlarının da Türklerle çok orantılı olmadığını düşünüyorum. Her anlamda! Yoksulluk insanın içini acıtıyor. İnsanlar sokaklarda ağaçların altında uyuyor, köprüaltlarında yaşıyor. Modern kent yaşamı yok mu? Var. Ama şanslı azınlık.

Şehirde alışverişe çıktığımızda kumaşlar, takılar, baharatlar eksenindeyiz. Yerel kıyafetlere meraklı değilseniz çok fazla alışveriş yapabileceğinizi düşünmüyorum. 1-2 parça kumaş, biraz takı olabilir. Benim klasik deyişim, “Türkiye’de hepsinden var.” Ama o kadar yolun hatrına mutlaka alacak bir şeyler bulursunuz.

Her yolun iyi yanı: İstanbul’a dönmek

Bir klişe olarak... Yahya Kemal’e sormuşlar, “Ankara’nın en çok neyini seviyorsunuz?” diye... O da cevap vermiş, “İstanbul’a dönüşünü.” Normalde dünyanın her yerinde hissettiğim bu duyguyu Yeni Delhi’den dönerken daha yoğun hissediyorum. Neticede uçakta servis edilen ıspanaklı böreğin yerini hiçbir şey tu-ta-maz!