Gündem Boğaziçi’nin hikâyesi

Boğaziçi’nin hikâyesi

17.09.2017 - 02:30 | Son Güncellenme:

Boğaziçi’nin son buzul dönemi sonrası denizlerin yükselmesi nedeniyle meydana geldiği bilinmektedir. İstanbul’un esas gelişimi, Constantin’in İstanbul’u Roma’nın başkenti ilan etmesiyle başlar Günümüzde bu şehirde yaşayanların büyük bir çoğunluğu Boğaziçi’ni nasıl bir nimet olduğunun farkında değildir, bazıları ise daha onu görmemiş, kıyısında dolaşmamış, denizin kokusunun farkına varmamıştır

Boğaziçi’nin hikâyesi

Boğaziçi’nin hikâyesi mitolojiyle başlar. Efsaneye göre İstanbul Boğazı’nın adı Bosporos yani İnek Geçidi’dir. Helen kaynaklarında İo efsanesi şöyle anlatılır: İo, Argos kralı İnakhos’un kızıdır ve Argos şehrinin Hera tapınağında rahibedir. Zeus İo’yu görür, kızın güzelliğine vurulup ona yaklaşır. Hera bunu öğrenince büyük bir kıskançlığa kapılır, baş tanrı da sevgilisini karısının öfkesinden korumak için onu beyaz bir inek haline dönüştürür. Ama Hera bir at sineğini ineğe musallat eder, İo deli gibi kıtadan kıtaya koşar ama at sineğinden kurtulamaz bir türlü. Bir denize ve bir de boğaza adını verdikten sonra Kafkas dağlarına kadar koşar.

Haberin Devamı

Boğaziçi’nin hikâyesi

İo’nun kaçırılması

Herodot Perslerle Helenler, yani Asya ile Avrupa arasındaki savaşa hep kız kaçırma olaylarının sebep olduğunu, bunun ilk olarak İo’nun kaçırılması ile başladığını aktarır.

Georg Wissowa, Realencyclopädi’nin Bosporos maddesinde Boğaziçi’nin günümüz Garipçe ile Rumelikavağı arasındaki koyaklarda Efesliler’in, Afrodisiaslılar’ın, Likyalılar’ın, Miletliler’in limanları olduğu yazılıdır. Muhtemelen Karadeniz ticaretinde bir uğrak noktası olarak oluşturulan bu limanlar, aynı zamanda balık avı için kullanılan merkezler olarak da hizmet vermektedirler. Genel bir iddia olan bu durumun bölgede detaylı araştırmalar yapılarak çıkan kalıntılara göre yeniden değerlendirilmesi ve Boğaziçi tarihinin başlangıcının tespit edilmesi gerekmektedir.

Haberin Devamı

Öğrenmeli ve öğretmeli

Efsane bir yana erken dönemlerden itibaren iskan edilen Boğaziçi’nin son buzul dönemi sonrası denizlerin yükselmesi nedeniyle meydana geldiği bilinmektedir. 12.000 bin yıl önce yaklaşık yetmiş metre kadar yükselen deniz suyu, Çanakkale Boğazı vasıtasıyla önce Marmara Denizi’ni oluşturur, daha sonra Boğaziçi oluşarak Karadeniz yaklaşık 110 metre kadar dolarak, bugünkü seviyesine ulaşır.

Yüzyıllar boyunca İstanbul’un ilk yerleşmesinin, MÖ. 660 dolaylarında Byzas liderliğindeki bir grup Megaralı Grek tarafından kurulduğuna dair söylentilerle avutulduk. Halbuki Plinius isimli bir antik dönem yazarı daha önce bölgede Lygos adı ile anılan bir Trak yerleşmesi olduğundan söz eder. 2007 yılında Marmaray kazıları sırasında hemen şehrin içinde, Yenikapı’da günümüzden 8500 yıl öncesine ait iskan izleri bulundu. Son günlerde ise Beşiktaş’ta yapılan bir metro kazısında günümüzden 3200 yıl ile 2800 yıl öncesine, Demir Çağı’na ait mezar buluntularına ulaşıldı. Zaman zaman yapılan kazılar sonucu İstinye ve Büyükdere koyu gibi küçük derelerin Boğaziçi’ne aktığı noktalar ile Göksu vadisinde prehistorik döneme ait konaklama ve yerleşme noktalarının bulunduğu bilinmektedir. En kısa süre içinde birbirinden kopuk bu bilgileri ve antik dönem kaynaklarını değerlendirilip, içinde yaşadığımız bu şehrin tarihini öğrenmemiz ve öğretmemiz gerekiyor.

Haberin Devamı

Başkent olmasıyla gelişti

Dionysios Byzantios’un ikinci yüzyılda kaleme aldığı “Boğaziçi’nde Bir Gezinti” isimli kitabında, Boğaziçi’nin, Rumeli yakasında Karaköy’den Rumelifeneri’ne kadar 52 adet, Anadolu yakasında ise Anadolufeneri’nden Üsküdar’a kadar 23 adet yerleşme ve anıtsal nitelikli yapı bulunduğundan bahseder. Söz konusu dönemde İstanbul Roma İmparatorluğu’na bağlı, bağımsız bir kent statüsündedir ve Byzantion olarak bilinmektedir. Boğaziçi’nin bu dönemdeki yerleşmelerinin esas şehirle organik bağları yoktur, çoğunun kendi içine dönük, günlük yaşantısını dışa kapalı bir şekilde sürdüren yerleşmeler halinde olduğu; kabul edilmektedir.

İstanbul’un esas gelişimi, Constantin’in İstanbul’u Roma’nın başkenti ilan etmesi ile başlar. Roma ve Napoli yakınlarında, deniz kıyısındaki lüks villalarında yaşamaya alışkın Romalılar’ın, Boğaziçi gibi bir yerleşim alanına kayıtsız kalmaları düşünülemez. Antik Çağda “Seyahat” isimli kitabında Lionel Casson, bu villaları; “Villa suya öyle yakın olmalıydı ki, yatak odasının penceresinden olta sarkıtıp balık tutulabilmeliydi...” diye tarif eder.

Haberin Devamı

Elbette bu alışkanlık ve beğeniye en güzel şekilde cevap veren Boğaziçi’nin, eskinin yerleşmelerini de göz önüne alarak hiçbir şekilde boş bırakılması düşünülemez. XVI. yüzyılın ortalarında bir dönem İstanbul’da ikamet eden Fransız bilgini Pierre Gilles (Petrus Gyllius), “De Bosporo Thracio (İstanbul Boğazı)” isimli eserinde, Dionysios Byzantios’u esas alarak Boğaziçi yerleşmelerini anlatır; Pagan dönemine ait tapınaklar, yerleşmeler, anıtsal yapılar ve Türkler tarafından yapılan saray ve bahçeler... Bu açıklamalar İtalyan haritacı Coronelli tarafından 1697 yılında yayınlanan bir haritada görsel hale dönüştürülür. Guglielmo Sansone’nin de (1634-1703)’nin de benzer bir haritası bulunmaktadır. Her iki haritada da erken dönemlerde Üsküdar Salacak Burnu civarındaki surlarla çevrilmiş bir bölge dışında kayda değer bir yerleşme görülmemektedir. Boğaziçi yamaçları çıplaktır, vadi içlerindeki küçük yerleşmeler dışında belirgin iskân alanı bulunmamaktadır.

Haberin Devamı

Boğaziçi’nin hikâyesi

Osmanlı döneminde iskân edildi

Osmanlı döneminin başlangıcından itibaren özellikle saray tarafından Boğaziçi’nin iskân edildiğini bilmekteyiz. Fatih Sultan Mehmed (1451-1481) döneminde Belgrad’ın fethini takiben Büyükdere gerisinde büyük bir orman alanı oluşturulur. Beykoz içlerinde ise Tokat Bahçesi ve Köşkü yaptırılır. Muhtemelen bu alan daha önceleri de saraya ait bir avlanma alanı olarak kullanılmaktadır. Karadeniz’in bir Osmanlı Gölü haline geldiği dönemlerde Boğaziçi’ni tehdit eden herhangi bir dış tehlike olmadığından yerleşim alanları gelişir, ancak hâlâ Üsküdar ve Beşiktaş’ın dışında bu yerleşmelerin şehirle organik bağları bulunmamaktadır. Kânuni Sultan Süleyman (1520-1566) döneminde günümüzde büyük bir sanayi tesisinin bulunduğu Sultaniye (İncirköy-Beykoz arasında) Bahçesi, Kandilli Bahçesi, Kuleli Bahçesi, Üsküdar Sarayı gibi saraya ait bahçe ve kasırlar oluşturulur. Boğaziçi’nin şehir yaşantısı ile günü birlik bağlantıları XIX. yüzyılın ikinci yarısında önce yabancı bayraklı gemilerin, daha sonra 1851 yılında Şirketi Hayriyye’nin kurulması ile düzenli vapur seferlerinin yapılmasıyla başlar. Özellikle elçiliklerin yazlıklarının bulunduğu Tarabya, Büyükdere gibi yerleşmeler önem kazanmaya başlar. Bu dönemde eskinin Kandilli Sarayı terk edilir, yerine Beykoz Kasrı, Küçüksu Kasrı gibi deniz kıyısında günü birlik oturmaya müsait yapılar yapılır. Yine de Boğaziçi’nde Sultan I. Abdülhamid (1774-1789) döneminde yapılan Beylerbeyi Camii ile Sultan Abdülmecid (1839-1861) döneminde yapılan Ortaköy Büyük Mecidiye Camii dışında, her ne kadar bazı padişahlarca çeşitli yerleşmelerde bazı mescit türü yapılar yapılsa da selatin camii bulunmaz.

Hiç unutmam 1950’li yılların başlarında Kuzguncuk’taki evimizde bir hafta önceden başlayan bir heyecan yaşanırdı. Gelecek salı şehre gidilecek, vapurla hemen hemen yirmi dakikada vardığımız Köprü (Galata Köprüsü) bizim için İstanbul’a yani şehre ayak bastığımız yerdi. Bizim oturduğumuz Kuzguncuk ise şehrin dışındaki bir köy gibi düşünülürdü. Şehirde rastladığımız bazı tanıdıklar veya misafir gittiğimiz evde köye ne zaman dönüyorsunuz diye sorulurdu. Halbuki babam her gün sabahları, şehirde bulunan işyerine gider, akşam eve dönerdi. Oturduğumuz evin bahçesinden istinpolis yani “stin polis” şehre doğru bakar ve zaman zaman oraya gitmekten ve içine karışmaktan mutlu olurduk. Biz Boğaziçi’nin bir köyüne mensuptuk ve Kuzguncuk’ta yaşamaktan dolayı mutlu olurduk.

Günümüzde bu şehirde yaşayanların büyük bir çoğunluğu Boğaziçi’nin nasıl bir nimet olduğunun farkında değildir, bazıları ise daha onu görmemiş, kıyısında dolaşmamış, denizin kokusunun farkına varmamıştır. Dünya yüzünde, böylesine geniş ve sert fırtınalara karşı korunaklı bir denize sahip acaba kaç şehir vardır? Geçmişte Boğaz kıyısındaki yerleşmeleri birbirine bağlayan vapur seferleri vardı. 1970’li yıllara kadar Kuzguncuktan Köprü’ye (Galata Köprüsü) karşılıklı yüzü aşkın sefer olduğunu, küçük iki vapurun devamlı olarak Çengelköy, Beylerbeyi, Kuzguncuk, Üsküdar, Beşiktaş ve Ortaköy arasında karşılıklı sefer yaptığını bilirim. Şimdilerde ise sabah ve akşamları bir kaç sefer dışında deniz ulaşımı yok olmuş durumda. Acilen yerel yönetimlerin bu işe sahip çıkması ve aktarmalı iskeleler belirleyerek şehrin her iki yakasını birbiriyle buluşturması gerekir. Bu çözüm aynı zamanda kara ulaşımı azaltacağı için şehrin karbondioksit üretimine azda olsa bir sınırlama getirecek. Stres içinde kara yolu ile işlerine ulaşmak için vakit harcayan insanlarımız bir an olsun denizle buluşmasını ve rahatlaması sağlayacaktır. Çok vakit ziyan etmeden birilerinin bu işe sahip çıkması, öncü ve örnek olması gerekir.