Kültür Sanat Büyümek sancılı bir iş

Büyümek sancılı bir iş

13.05.2011 - 20:45 | Son Güncellenme:

Bir ‘ilk roman’dan söz ediyoruz. Aslında hiç de ilk olmayan bir ilk roman bu. Bugüne dek gün yüzü görmemiş, hiç yayımlanmamış.

Büyümek sancılı bir iş

Yazar Vivet Kanetti’nin yirmili yaşlarının başlarında yazdığı ve daha sonra bir kağıt yığınının arasına terk ettiği bu ince ‘şey’, geçtiğimiz günlerde “Huysuzun Teki” adıyla Everest Yayınları tarafından basıldı.
Baba, Filiz, Bilbao maceraları, Profesör, Fikret Dayı, Mantar Hanım... Bir yeni okuma ile yazarını yirmili yaşlarına uçuran kitap; nefesini hissettiğiniz karakterleriyle okurunu bugününden çok da koparmadan daha da gerilere kaçırmaya muktedir.

Alıngan karakterler
Romanın derinlerine dalmadan önce sözünü etmekte fayda var; adını hiç bilmeyeceğimiz huysuz bir kız çocuğunun dünyasına konuk olmak üzereyiz. Kah annemizin yakın arkadaşı Filiz ile birlikte gittiğimiz sinema salonlarına, kah okul sıralarına, ilk büyük utancımıza, sarılıklı hasta yatağımıza ya da kaçış düşlerimize bakacağız onun gözlerinden.
Büyümek sancılı iş. Fakat gözlerinden dünyaya baktığımız bu kızın damarlarında farklı bir sıkıntı dolaşıyor. Bu, sadece büyümenin sebep olduğu o müzmin huysuzlukla açıklanamaz:
“Elimde olsaydı, kendime muhakkak daha ilginç bir aile seçerdim. Acıma duyguları uyandırmayacak kadar yoksul, suçluluk duymayacak kadar zengin birilerini.”
Belki de romanın en hassas yanı, barındırdığı karakterler... Her biri alıngan, her biri biraz buruk ve her biri her daim gitmeye meyyal. Bütün bu karakterleri, kendi hassaslığını huysuzluğuyla perdeleyen bir gözden dinlemek, romanı başlı başına ilginç bir hale getiriyor. Kitaptaki en önemli unsurlardan biri de, her ‘pembe dudak’tan bir süre sonra telefonun fişini çekip, kara gözlüklerini takıp başka ‘şeftali yanak’ların kabulünü bekleyen Profesör’ün gelgitli aşk hayatı. Mantar Hanım’ın ‘Evet’lerine tutuluşu ve ruhunun evlilikle hırpalanışı...
Sonra; birisi büyümüş koca adam, diğeri büyümekten muzdarip bir çocuk, iki huysuzun birbirine sığınışı:
“Ben ondan görmüş geçirmişlik çalıyorum, o benden görmüş geçirmemişlik. Kurduğumuz karşılıklı sömürü düzeninden ikimiz de memnunuz. Anlamayacağına güvenerek, ona açılıyorum. O da sanırım aynı nedenle bana açılıyor.”
Profesör denize inanıyor; aralarında gizli bir anlaşma olduğunu sanıyor. Rengarenk kırlangıçbalıkları getiren deniz, bir gün Profösür’ün idealindeki kadını da bulup ona getirecektir. Neden olmasın?

Bir film gibidir hayat
Huysuz’un arzusu ise belli; hiç büyümemek. Çünkü sınıfta kaldığı yıl, mutluluğun tekrarlarla geldiğini keşfetti.
“Huysuzun Teki”nin sonlarına doğru, bir pazar gününün erkeninde, Filiz bizi bir yere götürüyor sevgili okur. Çok eğlenecekmişiz. Profesör, Baba, Anne, Filiz, hepimiz yoldayız. Boğaz’da bir daire. Serpil’in evi. Serpil’in sevgilisi Ali ve maharetli garson Osman da burada. Her ne kadar ilerleyen saatlerde Profesör’ün şaşkın halleri, varsıl ve güzel kadınları tavlamaktaki başarısızlığından doğacak hırsıyla kendimizi bir kavganın içinde bulacaksak da, aslında küçük burjuvanın, küçük çekişmelerle dolu meşakkatli dünyasının tam orta yerindeyiz.
Büyümek istememek sadece çocuklara has bir istek olmasa gerek.
“Huysuzun Teki”, saf ve komik bir sinema salonu anısıyla başlayan bir roman. Okuruna “Bir film gibi değil midir hayat?” diye sorduran bir roman...
Bir film gibidir hayat. Bazılarımız için yanlışlıkla ilk önce ikinci bobini takılmış olsa da, öyledir.