Asu Maro

Asu Maro

amaro@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Anlattıkları acı olsa da komik, eğlenceli, şeker gibi bir oyun ‘Düğün’. “Kadınlar anlatılacaksa onu da en iyi biz yaparız” diyen erkek bakışına ‘kadınca’ bir cevap

Bazı oyuncular vardır, sahnede göründükleri her an unutulmazdır. Aradan yıllar geçse de ‘Kral Lear’ın soytarısı ya da Cordelia’sı, Çehov’un Sonia’sı ya da Nina’sı, ‘Çalıkuşu”nun Feride’si, ‘Abelard’ın Heloise’i, Brecht’in ‘Cesaret Ana’sı olarak gözünüzün önüne gelmeleri an meselesidir. Benim için Tilbe Saran böyledir, bu saydıklarımın hepsi ve sayamadıklarımın tamamıdır.
Hiçbir oyununu kaçırmamaya çalışırım ama bu sefer hem rejide imzası hem oyunun yazımında parmağı olunca iki kat merak ettim. Oyunun yazarı Ayşe Bayramoğlu ama Tilbe Saran’ın da, kadrodaki bütün o ‘hoş kadınların’ payı var metinde.

Haberin Devamı

Gerçek yaşam mutfakta

Oyunun adı ‘Düğün’. Olaylar tek bir mekanda, eski bir köşkün mutfağında geçiyor. Mutfak, zaten bir evin en ‘dişi’ odasıdır, aynı zamanda en ‘ruhu olan’ı... Bir de bu evde dört kadın yaşıyor olunca, düşünün ne sırları, ne kahkahaları, ne gözyaşlarını sakladığını. Kim bu dört kadın? Çok hoş, bir o kadar sert, otoriter bir büyükanne olan Saffet (Güler Ökten), kocasından boşandığı için bir türlü affedemediği kızı Ahsen (Şebnem Sönmez), 14 yaşındayken köyden Saffet’in yanına gelip ömrünü o evi çekip çevirmeye adayan Şerbet (Zerrin Sümer) ve de Ahsen’in deli dolu, reklamcı kızı Duygu (Evren Ercan) ki kendisi aynı zamanda öykümüzün gelini oluyor.
Misafirlerin gelmesiyle başlayan oyun, düğünle sona eriyor. Biz olan biteni mutfaktan izliyoruz ama zaten gerçek ‘yaşam’ da orada. Sekiz kadın oynuyor oyunda. Saydıklarıma ilaveten, mini etekli garson kız (Maria Akgüllü), Duygu’nun çocukluk arkadaşı fotoğrafçı Pelin (Serpil Göral), damadın sürekli ezilen ablası Nazife (Eda Çatalçam) ve tabii ki muhteşem kaynana Neriman rolünde Tilbe Saran. Güler Ökten, Zerrin Sümer, Tilbe Saran ve Şebnem Sönmez oyunculuklarıyla oyunun lokomotifleri.
Erkekler, sadece sesleriyle ve ‘söz’leriyle mevcutlar oyunda. Kadını hayatın dışına iten ‘ata’sözleriyle, kör inanışlarla, gelenek, görenek kisvesi altına gizlenmeye çalışan ayrımcılıkla... Erkeksiz bir evde büyümüş Duygu’nun kendisine eş olarak seçtiği Murat, iyice ataerkil bir aileden geliyor. Kızınca kolayca dökülüveriyor dilinden “Ağzını burnunu dağıtırım!” tehditleri. Annesi oğluna hayran, ablası etrafında pervane. Zaten oyundaki kadınların hemen hepsi, en az bir erkeğin etrafında pervane. Saffet kızını aldatan eski damadı Haldun’a, Neriman zengin ve erk sahibi Ziya Abi’sine, Duygu Murat’a hayran.
Ve her şey ama her şey, cinsiyetler arasındaki çifte standartların altını bir kez daha çiziyor. Haldun, kız babası olarak koluna genç sevgilisi Nadia’yı takıp eski karısının evinde boy gösterebilirken Ahsen’in sevgilisinin düğünde yeri yok, örneğin. İşin acı tarafı, kadınların bu “Böyle gelmiş böyle gidecek” düzeni son derece kabullenmiş, hatta savunur hale gelmiş olması. Bu görev erkeklere bile düşmüyor. Kadınlar kendi hapishanelerinin gardiyanlığını da seve seve üstleniyor.
Anlattıkları acı olsa da komik, eğlenceli, şeker pembe bir oyun ‘Düğün’. Mutfakta, bütün kızların anneleriyle, kız arkadaşların birbirleriyle tek tek hesaplaşma sahneleri fazla abartılı olsa da, sonuçta hoş bir seyirlik ve düşündürme görevini de hakkıyla yerine getiriyor. “Kadınlar anlatılacaksa onu da en iyi biz yaparız” diyen erkek bakışına ‘kadınca’ bir cevap olarak görülebilir.

‘Atlıkarınca’ ve ‘Meleğin Düşüşü’

Gazeteciliğe başladığımda ilk öğrendiğim şeylerden biriydi ‘ilk’ ibaresinden kaçınmak. “Türkiye’nin ilk bilmem nesi” dersin, bir yerlerden daha önce yapılmışı çıkar muhakkak. Basın bültenlerindeki ‘ilk’lere hiç itibar etmem bu yüzden. Ama önceki hafta nasıl bir basiret bağlanması yaşadıysam, ‘Atlıkarınca’ filmini yazarken ensestin daha önce el atılmamış bir konu olduğunu yazmış, bir de göğsümü gere gere “Türk sinemasında bir ilk” başlığını atmışım.
Ve tabii ki korktuğum başıma geldi, Kaplan Film’den bir ‘düzeltme maili’ şeklinde. “Meleğin Düşüşü” vardı elbette, bu konuya daha önce el atan. Belki tek mazeretim, orada babasının tacizine uğrayanın ‘çocuk’ olmaması olabilir ama o zaman da kendimi doğru ifade edememiş sayılırım, ensest ensesttir. Özetle, Semih Kaplanoğlu ‘Meleğin Düşüşü’nde enseste el atmıştır, düzeltir, özür dilerim.