Cem Mumcu

Cem Mumcu

cemmumcu@okuyanus.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

AiDiYET VE DELiLiK
Saplanıp kaldığımız, kendimize bir biçim ararken artık kendimiz olmaktan çıkıp o ‘biçim’ olduğumuz durumlardan söz etmeye devam edeceğiz bu hafta da. Kimimiz o kadar tutunuruz ki o bulduğumuz kalıba, rahatsız da olabiliriz -hafiften ağıra- bizi biz yaptığını sandığımız o ‘şey’e birileri dokunduğunda.

ÇAGDAŞ KLiŞE MÜZESi - 2
Sanırız ki o ‘biz’iz. Ki doğrudur o kalıp, o biçim,
o şey ‘biz’ yapar da insanı, ama bir türlü ‘ben’ olmamak pahasına... Hatta kendi sürümüzden biri ‘başka’ düşünürse, ‘başka’ hissederse, ‘başka’ davranırsa, ‘başka’ giyinirse, ‘başka’ yaparsa; fena halde sertleşir, eleştirir uyarır, yetmezse dışarı atarız. Bir anlamda
aidiyet kodlarımız, klişelerimiz başka türlü düşünememe kodlarımızdır. Ve yine bir anlamda normallik diye tanımladığımız, içinde saplandığımız delilik kodlarımızdır.
İyice anlaşılsın diye yanlış anlayacakları, anlamayacakları, anlamak istemeyecekleri hatta saldırıya uğradıklarını sanıp saldıracakları göze alarak söylemek durumundayım: ‘Ben’ olmaya izin vermeyen, onu törpüleyen her aile, her millet, her inanış, her grup, her aidiyet yani dışarıdakini ‘öteki’leştiren her yapı, bir anlamda psikoza yakındır, yatkındır. Psikoz mu? Gerçeği değerlendirmenin bozuk olması demek yani delilik demek.


‘TÜRK’ÜN ENTELEKTÜEL OLMA KODLARI
Cumhuriyet tarihi diyeceğim ama sanırım daha öncelere gitmeli: Jön Türkler’e, İttihat ve Terakki’ye kadar yürümeli. Kalıpları yıkmaya çalışanların kendilerinin bir kalıp olması az bildiğimiz bir şey değildir sanırım. Gel zaman git zaman artık sıtkımızı sıyıran, sinirimizi bozan, karikatür haline gelmiş bir tip oluşur. Zaman içinde esvapları, renkleri, beğenileri, jargonları oraya buraya evrilse de onlar aslında pek değişmediler.
En bilindik halleri en sıradan klişeleri elde pipo, kitap ve gözlükle tanımlandı. Devir değiştikçe biçimlerinde değişimler oldu. Takıldıkları semtler, meyhaneler hafifçe sağa sola oynadı. Kitaplar hep benzer kitaplardı ya da -size söyleyeyim- aslında pek okunmadılar da. Öyle elde olmaları için vardı o kitaplar. Bazı yazar isimleri, bazı şiirler, bazı yönetmenler ve bazı filmlerdi söz konusu olan zihinsel faaliyetin tümü. Dedim ya klişenin şablonları biraz değişti: “Anlasan da anlamasan da Ingmar Bergman, Truffaut isimlerini bileceksin” cümlesinin yerini “Old Boy’u seyretttin mi abi? Çok sıkı iş abi, hayatımın filmi!” söylemi aldı. Ama bazıları öyle kolay kolay yerinden kıpırdamadı. Onlar olmazsa olmazlarıydı entelektüel olmaların.
Bir kere güya halkını korumak konumundadırlar ve fakat o halkla konuşurken kulağı duymayan yaşlı bir amcayla veya gerizekalıyla konuşur gibi yüksek sesle konuşurlar. Çünkü o aslında anlamaz... O, zaman zaman ‘Yurdum İnsanı’ diye aşağıladığı utancı, zaman zaman ‘otantik’ bulduğu bir turistik eşyadır. Otantik bulduklarında türküler söylerler ki genelde bunu batıya ve batılılığa evrilmiş TRT çok sesli müzik korosu tadında yaparlar. Hele bir de rakı içilmişse içlerinden çıkanla olmak istedikleri aynı anda söylerler ki acayip bir durumdur. O türkünün gerçek sahiplerinin ise inançları nedeniyle rakı içmemelerini anlayamaz, hatta aşılması gereken bir tür gerilik olarak görürler. Ama viski de onlar için başka bir tür düşmanın içkisidir. Sıradan bir içki içme eylemi bile klişelerle donatılmıştır anlayacağınız.
Sonra tiyatro... Yüzde yüz severler. Tatsız tuzsuz binlerce örneğini yarı uyuklayarak seyredip sonra hakkında konuşurlar. Nazım... Onlardaki adı böyle, soyadı bile yok. Nazım’ı sevmek zorundadırlar, sevmekle kalmayıp onu bir elbise gibi giyip ondan nemalanırlar. Her sene en az üç Nazım oyunu tertip ederler. Bir dostları öldüğünde cenazesine gidip kenarda dururlar. Cenaze sonrası rakı içmeye giderler. Ölüm ve etrafında dolanan her türlü gerçeklikten aslında fena halde korkarlar. Kendi surlarının içinde gelişmemişse popüler olan her şeyden nefret ederler. Onun halkın ihtiyaçları ve koşulları ile şekillenmiş bir gerçeklik olduğunun farkında bile olmazlar ve nedenleri üzerine hiç düşünmezler. Üstelik o nedenlerin biri de onlar ve onların klişeleriyken, bunu yapmazlar. Bilir bilmez çeşitli yürüyüşlere katılırlar. Mümkünse önde, görünür olurlar ve kötü, ağlak şiirler okurlar.
Eğer sanatla meşgullerse takır tukur, slogan düzeyinde bunları yazıp çizer ve bu yaptıklarını sanat sanırlar. Kesinlikle anlaşılmaz olmalıdırlar. Gerçi kavramları yeterince bilmeden ezberledikleri için kendiliğinden öyle olurlar. Şimdilerde Baudrillard, Zizek, Irıgaray gibi isimleri taşır oldular konuşmalarına. Kendilerinin ve hayatlarının bir simülasyon ve simülakr olduğunu hiç düşünmezler. Batıdan gelen her şeyin karşısında kendilerini eşit, halkı aşağıda; doğudan gelen her şey için ise kendilerini üst, halkı eşit görürler. Bütün varoluşları altı boş ve yeterince bilinmeyen inanış parçacıkları iken inanan herkesi aşağılarlar. Frankofonik, anglosaksonik, gramafonik bir papağan olan bu türün, karşı cinse yaklaşma ile ilgili örüntüleri ise başka bir belgesel konusudur!
Edward Said, entelektüeli ‘sürgün, marjinal ve yabancı’ diye tarif ediyor. Sartre ise “sınıfsız”dır diyor. Adorno ve Eco da “Aidiyeti olmayan ve yabancı olan” diyerek altını çiziyor entelektüelin. Benziyor mu ki bunlar ‘Türk’ün entelektüeline ya da entelektüelin ‘Türk’ü olur mu ki?

Haftanın önerileri
Kitap: Entelektüel, Edward Said, Ayrıntı Yayınları
FİLM: Running With Scissors, Yönetmen: Ryan Murphy
Web sitesi: www.tedxreset.com
MÜZİK: Arvo Pärt, Alina
Mekan: Karum, Nişantaşı