Cem Mumcu

Cem Mumcu

cemmumcu@okuyanus.com.tr

Tüm Yazıları

Küçüktüm. Birdenbire hayatımıza Ewing ailesi girmişti. Gerçi siz benim Ewing dediğime bakmayın, o zamanlar biz onu ‘Yuving’ bilirdik. Yerli Malı Haftası kutlayan bir nesil olduğumuz için o zamanlar beş yaşında bir çocuğun İngilizce bilmemesi gayet normaldi. Zaten kimse bir yaşında bebesini te-
levizyon karşısına oturtup ismi bile Baby TV olan bir kanalı izleterek -daha kendi dilini öğrenmeden- “şimdiden İngilizce öğrensin” demezdi o zamanlar. Zaten bu ülkede ana dilimiz Türkçe’ydi o yıllarda. Sonraları küreselleştik. Çocuklar da, hem zihinleriyle hem bedenleriyle küreselleştiler; yusyuvarlak, tombul tombul oldular ‘yaw’. Her neyse, ne uzun ve acayip bir mevzudur bu. Geçelim.

Haberin Devamı

Çocuklar kötü etkilenmesin olayı
Bu Dallas oynamaya başlayınca bizi, yani çocukları, uzaklaştırırlardı televizyonun olduğu odadan. (Ya şimdi aklıma geldi, bir ara siyah beyaz televizyonun ekranına iğrenç plastikten mavi veya yeşil bir şey takılır olduydu. Neye yaradığını bilmiyorum. Birileri televizyon göze zarar veriyor diye bir mavra bulup sıkı bir pazar bulmuştu anlaşılan. Bütün ülke deli gibi o aptal plastiğe para yatırmıştı. Herifler ne para yapmıştır. Şimdi kimbilir hangi salak şeyi bize yine çok önemli diye gazlıyorlardır.)
Hadi yine dönelim konuya. Seyrettirmezlerdi bize Dallas’ı, çünkü dizide kimin eli kimin cebinde belli değildi. Karışık ilişkiler falan. ‘Çocuklar kötü etkilenmesin’ olayı yani. Doğru veya yanlış, ama benim düşündüğüm bu değil. Sonraları televizyonlarda öyle şeyler izlenmeye başladı ki Dallas onların yanında kerhaneye düşmüş ev kızı gibi kalır. (Anne babadan gizli, korka korka gittiğimiz sinemada izlediğimiz ‘ayıp’ filmleri sonraları eve gelip akşam sekiz kuşağında televizyonda görünce ne acayip oluyor insan.)

Sanırım daldan dala atlayarak konumuza geldik: Desensitizasyon, yani ‘duyarsızlaştırma’. Önce tıpta ne anlama geliyor bakalım. Mesela bir şeye alerjiniz var; o şeyden gitgide artan çok küçük dozlarda veriliyor size ve alerjiniz kayboluyor. Yine psikiyatride kullanıyorlar: Sistematik duyarsızlaştırma deniyor. Mesela fobilerin tedavisinde hastayı korku uyandıran şeyle yavaş yavaş artan dozlarda karşılaştırıyorlar. Uyaran ile uyarana verilen tepki bağının kırılması ve böylece kişinin tedirginliğinden zamanla kurtulması amaçlanıyor. Köpek korkusu olana köpek resimleri göstermekle başlamak gibi bir şey yani. Dallas’daki Lucy Ewing’in bombaları da aynen böyle zamanla sıradanlaşmış ve seksi olmamaya başlamıştır işte. Peter Gabriel’in Passion’ı eşliğinde Körfez Savaşı görüntüleri izleye izleye de bombalar bize bomba gibi görünmemeye aynen böyle başladı.

Haberin Devamı

Ceyar hâlâ kötü mü
Alışmak çok fena
İnsanın ‘şey’lerle ilişkisi işte böyle eğilip bükülebiliyor. “Ay ne iğrenç pis adam, at hırsızı gibi” dediğiniz şey, kirli sakal modası çıkınca “Ay ne hoş adam” olabiliyor. Konu şu ki, bizi o ‘şey’lerle istediği biçimde ve dozda karşılaştırarak bizim o ‘şey’lerle ilişkimizi değiştirecek olan kimdir? Ve bu değişimin amacı nedir ve faydası kimedir? Zurnanın zırt dediği yer burasıdır. Bazı şeylere alışmak ne iyidir. Ama bazı şeylere alışmak çok fenadır. Neye duyarsızlaşmak, neye duyarsızlaşmamak lazım gelir?
Gaspar Noé, 2002’de ‘Irrevérsible’ diye bir film çekmişti. Sert bir filmdi. Gördüğünüz görebileceğiniz en uzun, en rahatsız edici tecavüz sahnesi vardı. Çok konuşuldu, çok eleştirildi. Ben neden önemli, hatta değerli bulmuştum bu sertliği? Çünkü diğer bir çok filmde veya haberde izlediğimiz kadar sıradan ve basit değildir tecavüz. Türk filmlerindeki dere kenarı fantazisi falan değildir. Ağırdır, çok ağırdır. Film bu ağırlığı gerçekte olduğu gibi verdiği için tecavüzün ne menem bir şey olduğunu hissedip düşünebilirdiniz artık. Şimdilerde neyi niçin eleştirdiğini düşünmeksizin konuşan bir güruh “Ay ne kanlı, ay ne iğrenç, böyle şeyler çekilmesin, yazılmasın” diye konuşuyor. (Cenazeye de gitmeyin, zaten ölüm yok. Evde oturup Kuzeyin Oğlu’nu seyredin siz) “Üstünü bulanıklaştıralım, rahatsız olmayalım, çocuklarımız görmesin” diyorlar. Tamam da, biz onları bulanıklaştırıp sansürledikçe asıl olanla, gerçek olanla karşılaşmadıkça daha mı iyi olacak? Sık sık görürsek duyarsızlaşırız ama nasıl gördüğümüz çok önemli. Arkasına müzikler koyup, üzerini örterek, daha az gerçek olan dozlarda sık sık görmek mi, yoksa olanca gerçekliğini iliklerimize kadar hissetmek mi? Bence bazı şeyler alışmayalım. Onlardan fena halde rahatsız olalım, korkalım; onlara öfkelenelim, üzerlerine düşünelim. Ne dersiniz?

Haberin Devamı

YARI ÇIPLAK PERŞEMBE
Half-Nekkid Thursday diye bir şey çıktı şimdi de: ‘Yarı Çıplak Perşembe’. Blogcular perşembe günleri yarı çıplak (hatta yarıdan fazlası, en azından üç çeyrek falan) fotoğraflarını paylaşıyorlar. Sebepleri ve dinamikleri ayrıca bir konu. Ama burada da benzer bir durum var. Perşembe bir anlamda artık ‘oranı buranı çek elalem görsün’ veya ‘elalem ne derse desin hadi hadi hadi’ diye koymanın normalleştiği bir gün olacak. Yani o gün için duyarsız olacağız önce bu meseleye. Şimdilik “Aa ne ayıp, insan pazar günü kıçının resmini koyar mı?” diyeceğiz. Endişeyle bekliyorum, çıplaklığın sıradanlaştıkça bizi hiç mi hiç etkilemediği günleri; sevişmelerin hiç tat vermediği günleri; görünmemenin, saklamanın, örtünmenin, belki metal bir malzeme içinde tüm bedeni saklayan bir kılık kıyafetin daha seksi olacağı günleri veya robotlarla çiftleşmeye kalkan insanları.

Haftanın önerileri
Kitap: Çirkinliğin Tarihi, Umberto Eco, Doğan Kitapçılık
Film: Veronika’nın Çifte Yaşamı Yönetmen: Krzysztof Kieslowski
Müzik: Draumkvedet, Agnes Buen Garnâs
Web Sitesi: www.imheremovie.com
Mekan: 11 Leblon, Asmalımescit, Tünel, Beyoğlu