Defne Alphan

Defne Alphan

defnea@cnnturk.com

Tüm Yazıları

Anamorfoz (Anamorphosis): Görme duyusuyla dolaysız olarak algılanamayan nesnelerin özel bir bakış açısından anlaşılabiliyor olması. 
Görsel sanatlarda ise Rönesans devri ressamlarının kullandığı bir teknik. Belirli bir bakış açısı dışında tam olarak algılanamayan, doğru noktadan bakıldığında ise gizli detayları yakalanabilen resimleme tekniği.
Haftanın gerilim filmlerinden Anamorph - Anamorfoz, işte bu teknikle birer sanat eserine dönüştürülen cinayetler zincirini konu alıyor. Yönetmen Henry Miller, öğrencilik günlerinde büyük bir müzede gece bekçiliği yapmış. Tablolar arasında geçen gecelerinin Anamorfoz’un hikâyesini oluşturmada yardımcı olduğunu söylüyor. Filmin başrolünde Scoot Speedman var.
Dedektif Stan Aubrey, beş sene önce araştırdığı korkunç cinayetlerin izlerini üzerinden atamamıştır. Korkuları ve psikolojik sorunlarıyla baş etmeye çalışmaktadır. Yeni bir cinayet serisi ortaya çıktığında, çözmesi için Stan görevlendirilir.  Dedektif  işin başına geçtiğinde yeni olayların, beş yıl önce katilini yakaladığına inandığı cinayetlerin devamı olduğunu anlar.  Katil, öldürdüğü kişilerin vücutlarını kendince birer sanat eserine dönüştürmektedir. Stan, araştırmaları sırasında katilin cinayet mahallerini farklı açıdan bakıldığında değişik algılanan anamorfik mekânlar haline getirdiğini fark eder. Araştırmalarını ilerlettikçe Stan, bu cinayetlerin bir parçası olacaktır.
Anamorfoz, oldukça yavaş ilerleyen, pek ilgi çekici yanı olmayan bir seri katil filmi. Daha önce benzeri filmlerden çok daha iyilerini görmüş olmamız da Anamorph’un bir şanssızlığı tabii. Dünya eleştirmenleri filmi Seven’in kötü bir kopyası olarak nitelendiriyorlar.
Film, bir seri katil hikâyesi olarak hiçbir yenilik sunmuyor, hiçbir heyecan ve merak yaratmıyor. İnsan, “Bari finali sürprizli olsa” diye bekliyor ama nafile... Final sahnesi filme dair bütün umutlarınızı söndürüyor. Sadece “Yeter ki seri katil filmi olsun, kötü de olsa izlerim” diyenlere.

Haberin Devamı

Sinek arkadaşlar Ay’da
Fly Me To the Moon-Beni Aya Uçur, üç küçük sineğin Ay’a gitme maceralarını konu alan bir animasyon. Film, tamamı 3D olarak tasarlanan ve yaratılan ilk bilgisayar animasyonu olma özelliğini taşıyor.
Büyükbabası gibi bir maceraperest ve kahraman olmak isteyen sinek Nat ve iki arkadaşı, astronotların uzay başlıklarının içine girerek Ay’a gitmeye karar verirler. Rusya’daki sinekler, televizyonda dünyaya el sallarken gördükleri Amerikalı kahraman sinekleri kıskanınca, sinsi bir ajanla anlaşıp işlerini sabote etmeye çalışacaklardır.

Haberin Devamı

“Evli misin?” sorusundan bunalınca...
Haftanın filmlerinden Broken English - Aşkın İngilizcesi, yönetmen ve oyuncu John Cassavetes’in kızı Zoe R. Cassavetes’in ilk senaristlik ve yönetmenlik deneyimi.  Cassavetes, filmin hikâyesini çevresindekilerin evli olup olmadığını veya erkek arkadaş durumunu sorgulamalarından bunalması üzerine yazdığını söylüyor. “Yalnız olmanın ve bu  duygudan utanmanın nasıl bir his olduğunu ortaya koymak istedim” diyor.
Nora, şehir merkezindeki lüks bir otelde çalışmaktadır. Kendisi için  arkadaşı   Audrey’nin ‘mükemmel evliliği’ kadar ideal bir birliktelik düşlemektedir. Kötü geçen bir çok ilk buluşmanın ardından Nora bir gün Fransız Julien ile tanışır ve kendini Paris’te bulur.

Haberin Devamı

Ormanda heyecanlı saatler
Ormanın derinliklerinde yaşanan bir ölüm kalım savaşı... Ateş edenler, kaçanlar, kovalayanlar... Yönetmen Gonzalo Lòpez-Gallego’nun üçüncü filmi El Rey de la Montaña - Dağların Hakimi, İspanya’dan gelen bir gerilim. Filmin başrollerinde Intacto’dan tanıdığımız Leonardo Sbaraglia ile Melissa P. rolünde izlediğimiz María Valverde var.
Quim, kaybolduğu ormandan bir çıkış yolu ararken tepelerden açılan bir ateş sonucu vurulur. Ne olduğunu anlamaya çalışıp bir yandan da mermilerden kaçarken, kendi gibi kaybolmuş olan Bea ile tanışır. Şimdi birbirlerinden şüphelenseler de, birlik olup kendilerini kovalayanlardan kurtulmanın bir yolunu bulmaları gerekmektedir.

Tek başına Marc Caro
Fransız yönetmen Marc Caro, bu hafta tek başına yaptığı ilk filmi Dante 01 ile Türkiye’de vizyonda.
Marc Caro ve Jean-Pierre Jeunet ikilisi, 1991’de çektikleri Delicatessen-Şarküteri ve 1995’te işbirliklerini sürdükleri La Cité des Enfants Perdus - Kayıp Çocuklar Şehri’nde yarattıkları dünyalarla hafızalara kazınmıştı. Jeunet, bu filmlerin ardından Caro’suz  çektiği Le Fabuleux Destin d’Amèlie Poulain, Un Long Dimanche de Fiançailles gibi filmlerle tek başına da var olduğunu gösterdi. Caro ise meydana Jeunet’siz çıkmak için epey bekledi. İlahi Komedya’nın yazarı Dante’nin ismini taşıyan ilk Marc Caro filmi, seyircileri yine yarattığı tuhaf bir dünyaya sokuyor. Dante 01, geçtiğimiz İstanbul Film Festivali’nde gösterilmiş, Caro filmin tanıtımı için İstanbul’a gelmişti.
Yüksek güvenlikli uzay gemisi hapishanesi ve psikiyatrik araştırma merkezi olan Dante 01’de, çok tehlikeli bir grup suçlu, yasal olmayan deneyler için kobay olarak kullanılmaktadır. Dünya dışı varlıklarla yaşanan bir çatışmadan kurtularak Dante 01’e gelen tutuklu Saint George, kendi içindeki canavarı kontrol altına almaya çalışmaktadır. Fakat bu canavarın gücü bütün Dante 01 sakinlerini etkileyecektir.