Cadde Gaylerin ortasında kaldık!

Gaylerin ortasında kaldık!

12.06.2000 - 00:00 | Son Güncellenme:

Gaylerin ortasında kaldık!

Gaylerin ortasında kaldık


Dünyaca ünlü çıplaklar plajındayız. Bırakın çıplağı, üstsüz bile yok. Sürpriz, plajın sonunda...


       Gece oldu gene uyku tutmadı bizi. Gözlerimiz yol istiyordu.
       Saat 01.00 gibi bastık yelkeni çalıştırdık motoru vira bismillah deyip çıktık yola...
       Hedefimiz ertesi gün Korent kanalını geçip Atina’nın 10 mil güneyindeki Aigina adasına varmak...
       Sabaha karşı Patra’yı geçip kör olası Kolpos denizine girdik.
       Rüzgâr arkamızdan geliyordu gelmesine ama denizde dalgalar da kabardıkça kabarıyordu. Bir ara rüzgârın da katkısıyla 12 mile ulaştı hızımız... Koptuk uzak ara geliyoruz lakin o havada otomatik pilotumuz Kamil (Ona bu ismi takmıştık) iş göremez oldu. İş gene Edip’le bana kaldı. Rüzgâr sık sık yön değiştirdiği için kavanço yeyip duruyorum bu arada.
       Edip baktı ki direği Kolpos denizine bırakacağız dümene geçip Korent kanalına kadar getirdi tekneyi.
       Eskiden saatlerce beklenen Korent kanalına pıt diye giriverdik.
       Ve tarihin uzun ve sarı duvarlarından geçerek hayatımın en ilginç yolculuğunu yaptım.
       1800’lerde açılan bu kanal bir rüya aleminden taşıdı teknemizi ve Ege’nin sıcak ve serin sularına bıraktı.

Teknede uyku keyfi

       60 dolar civarında tutan geçiş ücretini ödedikten sonra yola devam ettik.
       Gece saat 22.00 civarında Agina adasına vasıl olduk.
       Tekneyi kıçtan kara yaparak bir Fransız teknesinin yanına bağladık ve kıyıdaki birbirinden şirin balık lokantalarından birinde aldık soluğu.
       Harika bir balık ve uzo ziyafeti ve Türk olduğumuzu anladıkları andan itibaren başlattıkları Cimbom muhabbetinin ardından ilk kez duran bir teknede uyuma keyfine nail olduk...
       Aigina güzel ama fakir bir ada...
       İkatha’nın bakımlı ve temiz sokakları burada yok.
       (Sonradan gördük ki Ege’de hiçbir Yunan adası temiz değil zaten...)
       Ama balıkları çok lezzetli ve ucuz.
       Balıkçıları bizdeki gibi kol böreği sunmuyor gelenlere...
       Ertesi sabah uykumuzu almış iki Türk olarak ayrıldık Aigina’dan...
       Teknenin üzerindeki ekmek kırıntılarını yiyen küçük bir saka kuşunu da yanımıza alarak dört kişi (Edip, ben, otomatik pilot Kamil ve saka kuşu) Atina’ya çevirdik rotayı...

Pire, İzmir gibi

       Atina’da mürettebata yeni bir eleman katılacak. Kahpe Bizans’ın muhteşem dekorlarını gerçekleştiren iç mimar arkadaşım Sabo (Sabahattin Açıkgöz) sabah uçağı ile Atina’ya gelecek; onu ve yakıtımızı aldıktan sonra yola koyulacağız...
       Uzaktan Pire gözümüze İzmir gibi göründü.
       Bu arada deprem bölgesindeki Yunanistan’ın da yüksek apartman dikme konusunda bizden aşağı kalır yanı yok.
       Allah depremle terbiye etmez inşallah...
       THY uçağı üstümüzden Atina’ya inerken biz de Alimos diye bir Marina’ya girdik.
       Marinaya para ödemek için gittiğimiz ofisteki Yunanlı “Yahu ne parası? Yapın su ikmalinizi, alın mazotunuzu gidin" deyince Yunanlılarla niye kardeş olduğumuzu ve niye her iki ülkenin de zengin olmadığını daha iyi anladım.
       Bir saat sonra Sabo da katıldı aramıza.
       Denize düşmemesi için yaptığımız küçük bir eğitimden sonra alışverişimizi de tamamladık ve gece saat 03.00’te Mikonos adasında olmak ve barlardaki hatunlara memleketimizi tanıtmak üzere yola koyulduk...
       Hava açık, saatte 8 mil ortalamayla gidiyoruz.
       Pırıl pırıl bir ay doğdu gecenin ortasında...
       Kaptan ve Sabo uzun geceye performans biriktirmek için erkenden yatıp uyudular.
       Ben dümendeyim. Gözüm Mikonos’un Armenistis fenerinde.
       22 milden görünmesi gerekiyor kâfirin ama bakıyorum ortalarda yok.
       Aşağıya inip GPS ile yerimizi buluyorum. Mikonos’a 12 mil var. Ama fener ortada yok...
       “Lan feneri acaba azgın bir parti sırasında birileri yok etmiş olabilir mi" diye düşünürken kara bir bulutun üzerimize doğru geldiğini farkettim.
       Tam bu sıralarda ay da yok oldu...
       Anladım ki sis geliyor...
       Bir panik Edip’i uyandırdım.
       Gelen bulutun sis olduğuna karar verip en yakın adaya kaçmaya karar verdik.

Sis geliyor biz kaçıyoruz

       En yakındaki ada Tinos adası.
       Greek Waters Pilot diye bir kitap var yanımızda. Hemen limanın koordinatlarını bulup GPS’ye girdim ki sis üstümüze çökerse en azından liman ağzına kadar güvenle gelelim. Çünkü adaya kadar yaklaşık bir saatimiz var. Edip’le birlikte bir an önce adaya varmak için çırpınıyoruz. Yelken, melken, şemsiye, motor ne varsa açtık sisten kaçıyoruz.
       Radarımız yok ve denizde radarı olmayan bir başka gemiyle öpüşmeye ve gecenin bir vakti Titanik yolcuları gibi denize dökülmeye hiç niyetim yok.
       Sis geliyor biz kaçıyoruz, sis geliyor biz kaçıyoruz derken limana girdik ve sis bastı...
       Ama artık kimin umurunda sis.
       Adanın Ferry boat iskelesine yanaştık ben de bu arada ada ile ilgili bilgiler almaya çalışıyorum elimdeki kitaptan.
       Mikonos’a gitmeye niyetlenen üç Türk yeniçerisi için “enfes" bir yer çıktı Tinos adası. Ege’deki Hıristiyanlığın başkenti bu ada. Katolik nüfusun yoğun olduğu tek yer. Ada nüfusunun çoğunluğunu da rahipler ve rahibeler oluşturuyormuş zaten. Aşırı hareketliliğe ve bizim koşuşturmalarımıza uyanan Sabo’yu bir süre “Mikonos’a geldik, hadi abi giyinelim kadınlar bizi bekliyor" diye kandırıyoruz bu arada.
       Sabo en şık kıyafetlerini giyip rıhtıma çıkınca acı gerçeği söylüyoruz ona.
       “Burası Mikonos değil oğlum... Sis bastı rahiplerin adasına kaçtık..."
       Sabo koyu bir kahve yapıyor kendine ayılmak için.
       Gece saat 02.00 ve sokaklarda kimse yok...
       Biraz laklak yapıp “Mikonos’a niyet, rahiplere kısmet" deyip uykuya dalıyoruz.
       Sabah uyanıyoruz sis hâlâ tepemizde.

Yunan polisi el sallıyor

       Edip hepimize düdükler dağıtıyor siste sesimizi duyurmamız için ve yola çıkıyoruz. Bir yandan düdük çalıyor bir yandan da etrafı dinliyoruz bir motor sesi duyabilmek için... Bir süre sonra görüş mesafemiz katarak seviyesinden biraz fazlaya ulaşıyor ve Mikonos’un geceden beri göremediğimiz fenerini gündüz gözüyle görüyoruz çok şükür...
       Mikonos’un beyaz evleri selamlıyor bizi.
       Mendireğine giriyoruz, bir Yunan polisi el sallıyor mendirekten. “Burası sadece Ferry boatlar için." Bize Mikonos’un bir mil kuzeyinde bir yeri işaret ediyor demirlememiz için. Dünyaca ünlü turistik adada bir yat limanı bile olmaması acıklı geliyor bize. Zaten Ege’deki adaları gördükçe insan Türkiye kıyılarının gelişmişliğini daha iyi anlıyor.
       “Türkiye’de turist çokmuş doğru mu" kıskançlıklarını da...
       Kös kös gidip bağlanıyoruz adanın kuzeyine.
       Ne işi varsa orada Mısırlı bir balıkçı teknesi yardım ediyor bize.
       Israrla “Siz Arap, ben Arap" dese de Arap olmayı reddediyoruz.
       Oysa Sabahattin harbi Arap, Mardin’in tam orta yerinden...
       Sonra küçük motorlar kiralıyoruz önümüze ilk çıkan “rent - a bikeöçıdan...
       Geçen yıl eşimle birlikte Bodrum’da böyle küçük bir motorla yeri öptüğümden acayip dikkatli gidiyorum. Benimle dalga geçiyorlar geçmesine ama insanın derilerinin yarısı asfaltta kalınca canının nasıl yandığını ben çok iyi biliyorum. Üstelik bu motorlarda çok ciddi bir ağırlık merkezi problemi var.

Plajda yaş ortalaması 75

       Kısa bir şehir turundan sonra Mikonos’un dünyaca ünlü çıplaklar plajlarına gitmeye karar veriyoruz. Tabii ki biz Adem baba gibi soyunup orta yerlerde dolaşmayacağız, amacımız sadece “denize girmek!.."
       Yalandan kimse ölmediği için yarım saat sonra Paradise plajındayız...
       Plaja giriyoruz bir tane bile çıplak yok. Bırakın çıplağı üstsüz bile yok.
       “Lan beni gene rahipler ve rahibeler adası Tinos’a mı getirdiniz" diye söyleniyor Sabo...
       Bir süre sonra plajın sonunda çıplakları görüyoruz.
       Çıplaklar plajının yaş ortalaması 75 civarında olduğu için plajı çok iyi görmeyen bir bara oturup denize arkamızı dönüyoruz.
       Barda 72 milletten insan, hepsinin önünde de birer bilgisayar var.
       Ben barı internet kafe sanıp bir bilgisayar istiyorum, garson gülüyor.
       Onların ders yapmaya gelen öğrenciler olduğunu söylüyor.
       Bu kez de bizimkiler gülüyor.
       Soğuk biralarımızı içerken garsonla Galatasaray ve turizm muhabbetleri yapıp Super Paradise’a doğru yola çıkıyoruz.
       “Burada moruklar var ama Super Paradise’ta fıstıklar..." diyor kaptan; sanki yüz kere Mikonos’a gelmiş gibi...
       Super Paradise’ta gerçekten fıstıklar var ama fıstıkların çoğu askerliğini uzatmalı başçavuş olarak yapmış, bulundukları ülkede.
       Travestiler, transseksüeller ve gaylerin ortasında kaldık.
       Kendimi E - 5’in Cevizlibağ mevkiinde arabası bozulmuş birisi gibi hissediyorum.
       Kadın olduklarına emin olduğumuz beş kişilik bir Güney Afrika grubunun yanına demir atıyoruz. Gerçi bunlar da yüzlerine bakılacak gibi değiller.
       Bir süre kıyıda gezinip duran Abuzer, Haydar ve Necati ablaları seyredip yorumlar yaptıktan sonra oradan da ayrılıyoruz.
       Geriye gidebileceğimiz bir plaj var ama artık hiçbir şeye isteğimiz yok. Ben şehre gidip ufak tefek hediyelik almak derdindeyim.
       Ve öyle de yapıyoruz.
       Tarkan ve Burak Kut hayranı çirkin ama sevimli bir satıcı kızdan çeşitli hediyelik eşyalar satın alıyoruz.
       Sokaklar sarmaş dolaş yürüyen eşcinseller ve pelikanlarla dolu...

Hedef Bodrum

       Mikonos sokaklarında üç erkek yürüdüğümüzden herkes bizi de eşcinsel sanıyor elbet.
       Sabo “Lan bari el ele tutuşalım da bizi de kendilerinden sansınlar. Burada ayrık otu gibi kaldık" diye söyleniyor. Sık sık “Mikonos’ta kadınlar erkeklerin üzerine atlıyorlar oğlum" diye bizi gaza getiren Ferdi Eğilmez’i yadediyoruz.
       Hani şu Kahpe Bizans’ın prodüktörü olacak adamı... Hayırla değil elbet...
       Akşam üzeri de Patmos’a doğru yola koyuluyoruz.
       Sabaha doğru Patmos’tayız...
       Şirin bir ada Patmos...
       Ama ağaçsız ve insansız...
       Boş ve turistsiz sokaklarında geziniyoruz bir süre...
       Tepedeki kaleye çıkmaya hiçbirimizin mecali yok.
       Zaten bu kadar yaklaşmışken insanın canı yurdunu görmek istiyor.
       Bir iki saat gezintiden sonra atlıyoruz tekneye hedef Bodrum...
       Kos ve Kalimnos adasının arasından Bodrum’a girmeyi hedefliyoruz.
       Sert bir rüzgâr ve kaba dalgaları ardımıza alarak aşağıya süzülüyoruz...
       Hızımız zaman zaman 12 mili buluyor gene.
       Rüzgâr arttıkça ana yelkene camadan yapıyoruz ve yelkeni küçültüyoruz.

Dalgalar ensemizde

       Kos adasının üstüne geldiğimizde kesiliyor rüzgâr.
       Tam ohh derken birden fırtınanın içinde buluyoruz kendimizi.
       Akyarların evleri görünüyor karşıda ama ulaş ulaşabilirsen.
       30 - 40 Knot rüzgârla birlikte gelen dalgaları iskele tarafından alıyoruz.
       Yelkeni mendil kadar yaptık ki en azından balans sağlasın diye...
       Sabo ve ben içeride duramayınca dışarı çıkıp kıç havuzlukta denge unsuru olarak görev yapıyoruz.
       Bir yandan teknenin yatmaması için geriye yaslanıyoruz bir yandan da “Allah hümme salli ala" diye başlayan duayı tekrarlayıp duruyoruz.
       Bir ara rüzgâr kesilir gibi oluyor susuyoruz. Tekrar patlıyor bir dalga ensemizde, bir an Sabo’yla göz göze geliyoruz... “Allah hümme salli ala"...
       Edip, dümende sırılsıklam oluyor.
       İki saat süren dalga sörfünden sonra Türk kara sularına giriyoruz.
       Türk - Yunan yakınlaşmasına uygun olarak Yunan Bayrağı’nı kibarca indiriyorum sancaktan.
       Çünkü Allahları var, yol boyunca bize hep nazik ve iyi davrandılar.
       Hüseyin burnunu iskelede bırakıyoruz.
       Adriyatik’ten Çin Lokantasına başlığına uysun diye akşam Çin Lokantasında yemek yemeye karar veriyoruz.
       Dünyanın en güzel işletilen marinalarından biri olduğuna bu yolculuk sırasında bir kez daha şahit olduğum Bodrum - Karada marinaya dört milimiz var topu topu...
       Önümüzde Karaincir, Bitez ve Gümbet...
       Hoşgeldik, ey güzeller güzeli memleket...

       -BİTTİ-