Cadde İSTANBUL'UN ALTIN ÇAĞI

İSTANBUL'UN ALTIN ÇAĞI

07.11.2011 - 21:46 | Son Güncellenme:

1920’li yılların Paris’ine yolculuk yaptıran Woody Allen yönetmenliğindeki ‘Paris’te Gece Yarısı’ filmi, şehirlerin altın çağının herkese göre farklı olduğunu söylüyor. Biz de moda, sanat, mimarlık ve akademi dünyasına, İstanbul’un altın çağının hangi yıllarda yaşandığını sorduk. Herkesin yanıtı, Woody Allen’ı haklı çıkarırcasına, farklıydı

İSTANBULUN ALTIN ÇAĞI

Tuvana Büyükçınar Demir/ Tasarımcı:
“I. AHMET DÖNEMİNDE AKTİF ROL ALMAK İSTERDİM”
“Bence İstanbul’un altın çağı, 17’nci yüzyılın başındaki Osmanlı İmparatorluğu dönemi. Aynı yüzyılda yaşayan Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sine de konu olan o yılların, Suriçi’ndeki İstanbul’u, nam-ı diğer Yeditepeli Konstantiniyye’si, bana göre Mimar Sinan’ın öğrencisi Sedefkâr Mehmet Ağa’nın başyapıtı Sultanahmet Camii’yle olması gereken son siluetini kazandı. Bir yanda Bizans’ın temsilcisi Ayasofya, bir yanda Osmanlı’nın minareleri, bir yanda doğanın, depremlerin boş bıraktığı büyük meydan, hemen yanında eski Hipodrom’daki Dikilitaş, Yılanlı Sütun, öte yanda Alman Çeşmesi ve bu mirasların günümüze kadar kalması, bana göre İstanbul’u da, yaşadığı altın çağı da zamansız kılıyor. Özetle I. Ahmet döneminde yaşanmış o son kalıcı değişimde aktif rol almak isterdim. Bugün bu siluetin arkasında yükselen gökdelenler bana çok gelip geçici geliyor.”

Haberin Devamı

Prof. Dr. Samim Akgönül/ Strasbourg Üniversitesi:
“1930’LAR, ŞEHRİN KOZMOPOLİTLEŞTİĞİ DÖNEM”
“Woody Allen’ın filmini Yeşilçam Sineması’nda izledim. Sinemadan çıkarken, kendimi 1920’lerin Pera’sında bulacağım hissine kapıldım! Benim için İstanbul’un altın çağı 1930-1940’tır. Cumhuriyet kurulmuş, düşmanlıklar bitmiş, Türk-Yunan dostluğu tekrar sağlanmış... Yunanistan’a gönderilen Rumlar geri dönmüş, karnavallar yapılıyor. Bolşevik İhtilali’nden kaçanlar; Taksim, Cihangir, Tünel bölgesinde birçok restoran açmış. 1920’lerin milli edebiyatı yavaş yavaş yerini toplumsal edebiyata bırakıyor. Sait Faik Burgazada’da, hikayelerini yazıyor, meyhanelerde rakısını yudumluyor. Tanpınar, İstanbul’a yeni gelmiş. Reşat Nuri romanları piyasaya çıkıyor. İlk sesli filmler gösteriliyor, ilk ‘Türkiye güzelleri’ seçiliyor. Ankara millileştikçe, İstanbul kozmopolitleşiyor. Bütün bu dinamik, umut dolu dönem 1940’ların faşizmiyle ve savaş tehlikesiyle yerle bir olacaktı.”

Zihni Şardağ/ İşletmeci:
“1900’LER: ESTETİK VE NEZAKET”

Haberin Devamı

“İstanbul’u 1900’lü yıllarda yaşamak isterdim. Beni o yıllara götüren, şu an Nişantaşı’nda Zihni Bar’ın bulunduğu binanın, 1913’te cumhuriyetin ilk mimarlarından Vedat Tek tarafından tasarlanmış olması... Bu mekanın detayları ve ambiyansı devrin yaşam tarzını da hissettiriyor. Ayrıca trafiğin yoğun olmadığı, her konuda estetiğin, nezaketin, sevginin, güzel duyguları çağrıştırdığı bir dönem olması bende o devirde yaşama isteği uyandırıyor.”

Mustafa Toner/Yüksek Mimar:
“1950’LERDE BATILILAŞMA YENİ BAŞLIYORDU”

“Belki de mimar olduğum ve o dönemin mimari ve dekorasyon üslubu beni bugün dahi etkilediği için, tartışmasız 1950’ler diyebilirim. İlişkilerin daha insani ve yakın olduğu, İstanbul’a göçün henüz başlamadığı, mahallelerde herkesin birbirini tanıdığı ve saydığı, yokluğun içinde şıklığın yaşandığı, şehrin mimarisinin talan edilmediği, düzgün ve halen kalıcı mimari eserlerin az sayıda da olsa ortaya çıkmaya başladığı, müziği ve restoranlarıyla kaliteli ama mütevazı bir sosyal yaşamın paylaşıldığı, kısacası İstanbul’un gerçek İstanbulluların olduğu dönemde yaşamayı isterdim. 1950’ler İstanbul’unu anlatan bir filmin aynı zamanda Türkiye’nin Batılılaşma hikayesine de ayna tutacağını düşünüyorum.”

Haberin Devamı

Gencay Gürün/ Tiyatro İstanbul Genel Sanat Yönetmeni:

“İSTANBUL İSTANBULLULARINDI”
“1950-60’lı yıllar güzeldi. O zaman Cemal Reşit Rey hayattaydı. Klasik müzik konserlerine giderdik. Haldun Taner yaşıyordu. Hem büyük bir yazar, hem bir İstanbul beyefendisi, hem de esprili, muzip, zeki ve tatlı bir insandı. Çok büyük zevk alırdım onunla konuşmaktan. Sedat Simavi Bey babamın arkadaşıydı, çok keyif aldığım bir insandı. Ama her zaman yanlarında oturtmazlar, bir süre sonra odamıza yollarlardı. Neyzen Tevfik de babamın arkadaşıydı. Rakı sofraları kurulurdu. Çok küçükken kucağına otururmuşum. Uzun ve bukleli saçları vardı. Ney çalar, mezelerden yer, sohbet ederdi. Ben habire saçını çeker, “Amca durma, çalsana” dermişim. O da döner ve “Dur kızım dur, bekle, bir vekil olayım, o zaman ne çalacağım, ne çalacağım” dermiş. Çok anlatıldığı için hatırlıyorum. Bal Mahmut vardı. Mahmut Baler... Mutluluk ışığıydı. Hayata sadece iyi yanından bakardı. Tabii ki Haldun Dormen, Yıldız Kenter, İdil Biret vardı. İstanbul İstanbullularındı.”

Edip İlkbahar/ HIllsIde LeIsure Grup Koordinatörü:
“ALTIN ÇAĞ, BU ÇAĞ”
İstanbul’un bir şehir olarak zorluklarını her gün yaşayan bizler için kabul etmesi güç, ama bence İstanbul’un ‘altın çağı’ yeni başlıyor. Tarihte İstanbul’un dünyadaki birkaç büyük güç merkezinden biri olduğu, politik açıdan çok önemli roller üstlendiği zamanlar olmuş. Ancak İstanbul’un bu kadar etkili ve parıltılı olduğu bir dönem olduğunu sanmıyorum. Bence gelecekte yaşayanlar bu tarihlere baktıklarında, önemli şeylerin başladığı bir dönem görecek. İstanbul’un zenginliği çok az yerde var. Dünyada Batı değerlerinin yetersiz görülmeye, Doğu değerleri kıymete binmeye başladığı bir dönemde İstanbul kendine özgü bir sentez sunuyor. Bu sentezi biz de yükselen sanat ortamıyla, dünya çapında kazanılan tasarım başarılarıyla ve dünyaya ihraç etmeye başladığımız kültür ürünlerimizle görmeye başlıyoruz.”

Deniz Seki/Şarkıcı:
“ATATÜRK’LE KOLKOLA BEYOĞLU’NDA DOLAŞIYORUZ”

“Tarihin en önemli şehirlerinden İstanbul’un ‘altın çağı’ olarak niteleyebileceğim dönem, cumhuriyetin ilk yıllarıdır. Modernleşme sürecinin zirve yaptığı, kadınların sosyal hayatta daha etkin rol aldığı o günlerde yaşamayı hep istemişimdir. Hele ki, medeniyetin göstergesi olarak düşündüğüm şapka devrimini takip eden günlerde, İstanbul’u yaşamak, İstanbul’un havasını solumak güzel olurdu. Geçmişin tüm zor koşullarını bir bir geride bırakan bağımsız ve medeni bir ülkede kadın olarak hayal ediyorum kendimi. Atatürk’le kol kola girmiş Beyoğlu’nda dolaşıyoruz. Atatürk o aşina olduğumuz fötr şapkalarından birini giymiş, hafifçe gözlerinin üzerine indirmiş... Bense dönemin modasına uygun kıyafetimi tamamlayan şık ve zarif şapkamla, yüzümüz birbirine dönük, sohbet ederek yürüyoruz... Mağrur ve huzurluyum!”

Ayşe Ege/ Modacı- Dice Kayek markasının yaratıcı:
“19’UNCU YÜZYILIN SONU, GALATA”
“İstanbul, hakkında en çok konuşulan, ziyaret edilen, beğenilen şehirlerin başında. Özellikle Avrupa’da en ‘hip city’ unvanına sahip. Bu kadar popülerleşmesinde tanıtım çalışmaları, sanatçı ve modacıların başarıları etkili oldu. Diziler sayesinde Ortadoğu’dan ziyarete gelenlerin sayısı arttı. Bence İstanbul’un altın çağı bugünkü hali. Yani Avrupa’nın en büyük ve en eski şehirlerinden, Avrupa ve Asya’yı birleştiren, Doğu’yla Batı’nın sentezi olan, her adımda insanı hayrete düşüren, hayran bırakan, zıtlıklarla bezenmiş İstanbul’u... Görkemli tarihini tamamlayan modern yüzüyle, Avrupa’da birçok genç tasarımcının, mimarın, işadamının ve sanatçının ilgisini çekiyor.
Ben, 19’ncu yüzyılın sonlarına doğru, Avrupa’nın en kozmopolit Galata/Beyoğlu’na dönmek isterdim. Neredeyse bütün dillerin konuşulduğu, farklı kültürlerin paylaşıldığı, toplumların bir arada yaşadığı bir zaman...”