Cadde Medyayla Milli Takım’ı barıştırdım

Medyayla Milli Takım’ı barıştırdım

22.07.2002 - 00:00 | Son Güncellenme:

Medyayla Milli Takım’ı barıştırdım

Medyayla Milli  Takım’ı barıştırdım





Milli Takım’ın galibiyetleri ardarda gelmeye henüz başlamamışken, başarının zırhı futbolcuları, teknik adamları henüz kaplamamışken, İlhan Mansız henüz seks sembolü değilken, hepsi daha medya açısından "vurulacak abalı" durumundayken, 17 Haziran Pazartesi günü Yılmaz Erdoğan’ın açık mektubu Milliyet’te sürmanşette yayımlandı. Bu mektubun, bu yayının Milli Takım üzerindeki olumlu etkisini Şenol Güneş ve futbolcular kamuoyu önünde defalarca dile getirdiler. Sokaktaki etkisinin tanığı ve hedefi ise Erdoğan’ın kendisiydi.
Erdoğan’la yeni çağın alternatif gazete yazarlığı olabilecek bu "yazılı, duygusal vurkaç eylemini" konuştuk.

Milli Takım’a hitaben bir yazı kaleme alma, bunu bir gazeteye verme fikri nasıl doğdu? Nasıl bir süreç içindeydik ki küçük bir müdahalede bulunmak istediniz?
- Ben uzun yıllar futbol oynamış, hala da oynayan, futbolu da çok seven bir adamım. Dünya Kupası başlarken Çeşme’de futbolcularınkine benzer bir kamp kurdum. Maç olmayan saatlerde oyun yazacak ve sadece maç seyredecektim. Brezilya ile ilk maçı oynuyoruz. Şimdi burada da şöyle bir durum oldu, "48 yıl sonra" diyorlar ama bence onu sayma, ilk kez Dünya Kupası’na katılıyorsun. Ve en kazık soruyu girişte soruyorlar. Birçok takım olabilir ama Brezilya olamaz. Ama oldu. Bir de Brezilya bizim takımımız. Biz katılmadığımız bütün Kupalar’da Brezilya’yı tutmuşuz. Yenildik Brezilya’ya. Yenilmemiz de normal sonuç. Fakat neredeyse yenecekmiş gibi yenildik. Aa memleket birbirine girdi. Çünkü ilk defa böyle bir Milli Takım’ımız olmuştu, 23’ünün 23’ü de stardı.

Neden Güneş’in kıyafeti?
"Görüp görebileceğimiz rahmet bu, bu takımla yaptık yaptık, yapamadık bir daha böylesi gelmez" duygusuyla başladığımız için mi daha ilk yenilgide bu hale geldik?
- Tabi. Böyle bir takıma sahibiz. Ve o güne kadar öyle çok dayak yemişiz ki. Katılamamışız ama bu katılamamak daha da kötü bir dayak. Eh grup da jilet. Brezilya ile biz çıkarız. Fakat ilk maçın Brezilya ile olması da bir tatsızlık oldu. İlk maçı Çin’le oynasak Şenol Güneş’in kıyafeti kimseyi rahatsız etmeyecekti. Sonra işte iki maç daha, Kosta Rika, Çin; Kosta Rika maçına da çoçuklar "Ulan bunu da yenemezsek memlekete dönemeyiz" psikolojisiyle çıktıkları için berabere kaldılar. Neyse gruptan çıktık. Televizyon seyrediyorum, gazeteleri inceliyorum, bakıyorum hınçlı bir sevinç söz konusu. Gruptan çıkmışız. Daha ne? Niye sevinmiyoruz o zaman? Buradaki birkaç kişinin yazdıklarından da oradakiler fena etkileniyorlar. Durumdan vazife çıkardım. Şimdi spor basınında şöyle birşey söz konusu, ben söyleyince bozulabilirler ama umurumda değil; şimdi çoğu eski futbolcu, işte o kupalara katılamadığımız dönemin ağabeyleri. Onlar böyle başarılı olamadılar ve içlerinden bazıları "Ulan bize nasıl denk gelmedi bu" diye bakıyorlar. Yazılarını bu duyguyla kaleme alıyorlar. "Bir yazı yazayım" dedim önce. Ama yazı derdimi anlatmayacaktı. Ben çocuklara birşey söylemek istiyordum. "Biz sizi çok seviyoruz" demek istiyordum.

Sizce sevilmediklerini mi düşünüyordu futbolcular?
- Evet. Bir de 62 gün kamp, hergün çift idman, arka arkaya maçlar, hep aynı konu konuşuluyor ve çocuklar duygusal olarak neredeyse çökmüş durumdalar. Eleştiriler de artık onların ailelerini, karılarını, anne babalarını, çocuklarını yaralayacak raddeye gelmişti. İşte kıyafet, cart curt falan. "Buradan onlara iyi bir ses göndereceğim. Bir mektup yazacağım" dedim. Çünkü mektup en güzelidir. Mektupta bilgiçlik taslanmaz. Çünkü yazıda ne de olsa "Bak ben bu konuyu biliyorum" duygusu oluyor. Mektubu yazdım ve Mehmet ağabeyi aradım.

Çirkin adamlar yakışıklı oldu
Genel Yayın Yönetmenimiz Mehmet Y. Yılmaz’ı yani?
- Evet. Ve Mehmet ağabeye "Ben bir mektup yazıyorum, bu mektubu ulaştırır mısınız?" dedim. Ve Japonya maçı öncesi mektup sürmanşetten verildi Milliyet’te.

O yazının mektup üslubunda, demokratik bir tonda yazılmış olması, baskıcı, dikte edici, ahkam kesici köşe yazısı üslubunu taşımaması etkisini arttırdı, değil mi?
- Şimdi yazılardaki o, "ben olsam" söylemi kimse bir cerrah için "ben olsam o apandisti almazdım kardeşim" demez. Ama teknik direktör futbolcu oldun mu söylerler. "Ben olsam" derler. Yahu sen niye teknik direktör olacaksın, ne sebeple? Ben çocuklara "Bunları dinlemeyin" demek istedim. Şenol Güneş, Trabzonspor’da Milli Takım’da kaptandı. Ve en iyi kalecilerimizden biriydi, "Karizması yok". Karizması olmayan adamı kaptan yapmazlar bir kere. Bu karizma sonradan türemiş birşey bir kere. Doğrusu bizim işimize de geldi, çirkin adamları yakışıklı yaptı bu laf. Seviyorum bu lafı. Ama Şenol Güneş neyse o olan bir adam. Otursun basın toplantısında uzun uzun su içsin, gazeteciler de baksın "Ulan ne yapıyor bu" desin, işte karizma, bu tür şekilci birşey mi isteniyor? Jöleyle karizmatik olduğunu sananlar oluyor.

Güneş’in eşi çantayı vurmalı
Belki de oyun yazarlığınızın etkisiyle "ben olsam" üslubunu kullanmayıp, "o koşullarda ki insanı" düşündünüz ve Milli Takım’la gerçekten empati yaptınız. Çünkü "ben olsam" lafı tam da iddia ettiğinin tersine empatiyi dışlıyor, değil mi?
- "Ben olsam" lafı aslında empatik bir laf. Ama tam tersi için kullanılıyor. Sonra bu insanların aileleriyle de empati yapmıyorlar. Şenol Güneş’in kıyafetine taktılar. Şenol Güneş’in eşi benim tabiatımda birisi olsa ben giderim gazeteye vururum çantayı kafasına. "Benim kocamın kıyafetine takmak sana mı kaldı? Ben beğeniyorum. O benim kocam senin değil" derim. Ya Brezilya’nın teknik direktörü eşofmanla, tişörtle kupayı aldı. Ee şimdi Şenol Güneş de Avrupa’nın en iyi teknik direktörü. İşte o da karizmaya sahip oldu artık.

Ama sokak Milli Takım’dan umudunu hiç kesmedi. Ve siz de yazınızda sokağın dilini kullandınız, değil mi?
- Ben zaten o günlerde Çeşme’de dolaşıyordum. Benimle ilgili birşey yoktu. Kimse ilgilenmiyordu. Ama yazı yayınlandı, çerçeveletip duvara astılar kaldığım yerde ve insanlar sokakta durdurup "Ağzına sağlık be kardeşim" demeye başladılar. Futbol eleştirmenleri Dünya Kupası sırasındaki sokağın farklı ruh halini anlayamadılar, lig maçı gibi eleştirdiler.
Ama Milliyet’in böyle bir mektubu sürmanşetten vermesi de medya ile Milli Takım’ın barışmasına vesile oldu. Ancak futbolcuların da sanki Senegal’i değil de, buradaki birkaç gazeteciyi yenmişler duygusu da sağlıksız birşeydi. Ama takımı bu hale getirdiler sonunda.

Siz bu mektupla köşe yazarlığındaki tıkanmanın nasıl aşılabileceğini de gösterdiniz. Sadece gerektiği zaman, sahiden birşey söylemek istediği için yazan, sonra kaybolan, arada bir yazdığı için de yazısı bir eylem, bir vurkaç eylemi olarak algılanan yüksek etkili bir medya gerillası?
- Evet. Bu yazıyı yüreğimden geçtiği için yazdım. Hergün yazı yazmak çok kötü birşey. Hergün aynı kıvam tutturulamaz. Bu da köşe yazarının etkisini azaltıyor. Belki Çetin Altan’ın her köşe yazısını saklayabilir insan ama ben bir Çetin Altan olmadığım için hergün yazamam. Ancak tutamayıp kendimi yazarsam bakıyorum birçok köşe yazısından etkili oluyor. Bir de ben Milli Takım’la empati yaptım, çünkü Vizontele’ye de benzer şeyler yapıldı. Film başarılı oldu ama neler söylendi. Üstelik neredeyse söyleyen adamlar da aynı. Bizim başımızın belası da Hıncal Uluç’tu. Ama Hıncal Uluç’u iyi anlamak lazım. Ona sinir olsa da insan onu okur. Onu geçemez insan. Ben biliyorum çocuklara "geri zekalı" demediğini ama hakikaten o mana çıktı. Savaşın içindeki askerlerle konuşurken daha dikkatli olmak gerekir. Ama Hıncal Uluç bunu seviyor, polemik yapmayı seviyor. Ben de mecbur kalırsam yaparım. Çok iyi polemikçiyimdir. Sevgililerim hep bu yüzden kaçmıştır.