Ergenliğe denk geldik, tüh!

Şu aralar çevremde herkes hangi ülkeye kaçacağının hesabını yapıyor.   “Lizbon’a mı gitsek, Miami’ye mi?”
“Londra’ya mı yerleşsek, Paris’e mi?”
“Amerika’da akrabalar var, yanlarına kaçarız...”
Bu muhabbet sıktı.
Daha kısa bir süre önce, arkadaş grubumla şehrin stresinden uzak Güney sahillerine taşınıp hayatımızın geri kalanını hüşu içinde geçirmenin hayallerini kuruyorduk. Hatta Gökova ve Datça gibi henüz cennetlikten çıkmamış beldelerimize uzanıp arazi bakanlarımız bile oldu. Fakat şimdilerde millet Atlas’ı önüne açıp ülkelerden ülke beğenmeye çalışıyor. Gitmek gerekecek mi? Kim gidecek? Kim kalacak? Gidemeyenler ne yapacak?
* * *
Demokrasi lafını günde kaç kez duyduğumu, okuduğumu sayacağım bir ara. Google’da en çok aranan sözcük değil belki ama Türklerin şu sıra epey sık kullandığına şüphe yok. Samimiyetle kullananlara lafım yok ama demokrat kesilenler itici geliyor. Hani öyle tipler var; hayatlarının her döneminde bir şey kesiliyorlar; bir şeyi tutturuyorlar; şimdi de “Demokrasi!” diye tutturuyorlar. Hayatta duruşu her daim, nerede olursa olsun “diktatör” olanlar iş siyasete geldiğinde örnek demokrat... Bazıları da dini buna alet ediyor yazık ki. Avrupa’da yüzyıllar sürmüş ya demokrasinin sancısı, bugünlere öyle gelinmiş. Keşke ben de birkaç yüzyıl geç doğuverseymişim bu ülkeye. Ülke genç, biz de en sancılı dönemi olan ergenliğine denk geldik, hay aksi...
Herkes bir şeye taraf olmuş, sizi de taraf yapmak istiyorlar. İki taraf var. İkisi siyasetlerini çarpıştırıyorlar. İkisi de demokrat değil. Ama milleti salak yerine koyup “demokrasi”nin sözcülüğünü yapıyorlar. Ben ve benim gibiler ise arada sıkışıp kaldık.
* * *
85 yıldır bir şekilde ayakta duruyor bu rejim. Ama aradan Kürt sorunu, Ermeni sorunu, milliyetçilik fırtlıyor, yetmedi; türban fırtlıyor, dincilik fırtlıyor, terör fırtlıyor, o fırtlıyor, bu fırtlıyor... Biri bitti sanıyorsunuz, öbürü çıkıyor, sonra o biri yine çıkıyor. Anlıyorsunuz ki aslında hiç bitmemiş. Ve aslında Türkiye hiç değişmemiş...
Biz sıkıldık.
Bağırarak siyaset yapanlardan da sıkıldık. Gazetede televizyon açık, haberlerde bir adam durmadan bağırıyor; aynı adam akşam haberlerinde evin içinde de televizyondan bar bar bağırıyor. Başka bir adam bundan beş yıl önce bağırıyordu, bir başkası da 15 yıl önce. Biraz sakin olun, güzellikle anlatın. Bakarsınız ben de anlarım...
Peki kaçacak mıyız, kalacak mıyız?
Şeriat mı gelecek, Batılı mı olacağız?
Artık ne olacaksa olsun demiyorum elbette ama yeter ki bir şey olsun; en demokratiği olsun.
Millet birbirini yiyor, biz de nasibimizi alıyoruz. Suçumuz bu ülkede doğmak mı?
Neredeyse ve hatta kaderci olduk bile diyebilirim... Daha ne olsun?

Haberin Devamı

Üç dedektifin hikâyesi

Haberin Devamı

Bir kadın dedektif. Adı Carmen. Bir erkek müşterisi var. Adam karısının onu aldatıp aldatmadığını öğrenmek istiyor. Carmen araştırmaya başlıyor. Karısını adamın ortağıyla birlikte görüntülüyor. Fakat adam bir türlü inanmak istemiyor ve Carmen’e araştırmaya devam etmesini söylüyor. Carmen duruyor ve adama “Ben sana istediğin kadar delil getirebilirim ama sen görmek istemedikten sonra sana gösteremem. Bu iş sadece sana daha fazla paraya mal olur” diyor.
Yani adama “Yüzleş” diyor aslında. “Git karınla yüzleş!”
Diğer yandan aynı kadın, Carmen, işten çıkıp eve gittiğinde ilişkisi sıfırlanmış olan kocasıyla yüzleşemiyor.
27. İstanbul Film Festivali’nde izleyebileceğiniz filmin adı “Matahariler” (Mataharis). Adını büyük olasılıkla, I. Dünya Savaşı yıllarında Almanlar hesabına çalıştığı için idam edilen Hollandalı dansçı ve sözde casus Mata Hari’den alıyor.
Filmde Carmen gibi dedektif iki kadın daha var. Bu iki kadının durumu da Carmen’inkinden pek farklı değil. Ines, hisleri ve etik değerler arasında sıkışıp kalıyor. Eva, işi eve de taşıyarak kocasının hayatını dikizliyor.
Yani, terzi kendi söküğünü dikemiyor ya da zor dikiyor. 
(9 Nisan Çarşamba 11.00-Rexx, 10 Nisan Perşembe 16.00-Emek Sineması, 13 Nisan Pazartesi 11.00-Atlas)

Haberin Devamı