Haberin Devamı

İstanbul’dan dışarı adımımı attığım an sanki başka bir gerçekliğe ait oluveriyorum. Ülke gündemi bu şehirde külçe gibi ağır, çıkınca insan tuhaf bir şekilde hafifliyor. “Oh be dünya varmış” sözü karşılığını buluyor. Hakikaten dünya, hayat var. Ve bana göre artık cehennemi aratmayan İstanbul dışında bir yerlerde. 
Tatil sezonunu açtık ya, tam böyle bir ruh hali içerisindeyim. 10 günlüğüne kaçtım İstanbul’dan. 

İlk hedef Londra
-Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak istemediğimden, Londra’ya iniş için bu kez tercihim keşmekeşi eksik olmayan Heathrow değil, Stansted Havalimanı. Türk Hava Yolları’nın her gün seferi var Stansted’e. Bu durumda kendinize zulmedip Heathrow’a inen uçağa atlamanın hakikaten manası yok. Bilen bilir, Heathrow’da terminalden terminale yarım saat yürürsünüz, kalabalıktan, sıralardan perişan olursunuz. Stansted ise tersine sakin, boş, düzenli, sıra yok. Dönüşte havaalanında oyalanmayı, alışveriş yapmayı, yiyip içmeyi sevenler için Mulberry’nin dükkânından Havyar Bar’ına kadar yok yok... Havaalanından şehre trenle gidebiliyorsunuz. Heathrow’dan metro var diye millete cazip geliyor, ama metro yarı yolda tıkış tıkış olunca bavulunuza sahip çıkmak zor oluyor. Oysa Stansted’den trene atlıyor, sakin sakin şehir merkezine geliyorsunuz. Arabayla gitmek isteyenleri de harika bir doğa manzarası bekliyor. Yani, bence artık Heathrow’a inmek enayilik, kimse kusura bakmasın.
- Domuz gribi korkusundan aynı hafta sonu Londra’ya gelecek bir arkadaşım caydı. Ben de “Domuz gribi şık bir ölüm olur mu acaba?” kaygısını derinde bir yerlerde hissederek gittim. Gelin görün ki hastalık kaygısı şehre hiç uğramamış gibiydi. Ajanslardan geçen fotoğrafların aksine ne havaalanında ne de şehirde yüzü maskeli bir kişiye bile rastlamadım. 
- İngiltere’nin krizden kırıldığını biliyoruz. Ama alışveriş caddelerine bakarak bu havayı koklamak imkânsız. New York’un 5. Cadde’sinde dükkânlar sinek avlarken Londra’nın Oxford Street’inde her zamanki gibi dirsek atmadan yürüyemiyorsunuz. Mağazalarda insanlarla sürtüne sürtüne yürüyor, kabin sırası bekliyorsunuz. Restoranlar tam olmasa da biraz boş. Anlaşılan Londralılar gırtlağından kısıp kıyafete yatırmaya devam ediyor.

Tatil
-Krizi sokakta çok hissetmeseniz de finans sektörü çalışanlarının ezikliği sanırım evrensel bir hal aldı. Bir gece birlikte takıldığımız ABD’li bankacı arkadaş tanıştığımız andan vedalaştığımız ana kadar her şey için özür diledi. “Bankacıyım, özür dilerim... South Kensington’da oturuyorum, (kalburüstü muhit) özür dilerim... Çok olmasa da hâlâ para kazanıyorum, özür dilerim... Biraz kapıda sıra beklemek zorundayız, özür dilerim... Seni tanıdığıma sevindim, özür dilerim...” Suçluluk hissi öyle böyle değil yani... 

İkinci hedef Çeşme
- Doğduğu günden itibaren yazlarını Çeşme’de geçirmiş, her ama her köşesinde anısı olan bir İzmirli olarak ilçenin son yıllardaki popülaritesine ciddi anlamda tepki duyuyorum. Önceden, burası sadece İzmirlinin yazlığı iken; şimdi yerli turist sayısının eskiye göre belki yüz katına çıkması sinirimi bozuyor. Yaz aylarında İstanbul’dan kaçarken İstanbul’u burada bulmak bende büyük bir hayal kırıklığı yaratıyor. Kendi yerime yurduma yabancılaşıyorum ve belki de bunları yazarken haksızlık ediyorum ama düşüncem bu, elimde değil.
Tam da bu nedenle haziranı bekleyemeden attım kendimi Çeşme’ye. İn cin top oynarken bütün kumsallar, bütün balıkçılar, bütün yollar benimdi. Hava tam kıvamında, deniz dümdüz, tertemiz ve sevdiğim türden buz gibiydi.
Sahilde bira-patates keyfi yapıp önümdeki boşluğu izlerken şeytan diyordu ki İstanbul defterini kapat, yaşamaya bak...