Cadde Yedinci sanatın şehri

Yedinci sanatın şehri

11.01.2013 - 21:10 | Son Güncellenme:

Silüetiyle, panoramik manzaralarıyla ve sinematografik malzemesiyle eşsizdir İstanbul. Öyle ki, yedinci sanatın başlangıcından, 1896’dan bu yana kameraların ilgi odağı. Yabancı sinemacıların İstanbul’a bakış açısı hiç değişmemişken, yerli sinema kültürel-sosyolojik açıdan İstanbul’u ve İstanbul’da yaşanan değişimi büyük hızla beyazperdeye yansıtabiliyor

Yedinci sanatın şehri

Orson Welles’in tüm zamanların en iyi filmleri arasında gösterilen Carol Reed imzalı ‘Üçüncü Adam’, seyirciyi
II. Dünya Savaşı’nın sonrasındaki karamsar Viyana atmosferine sokar.
1949 yapımı filmin ilk sahnesinde şu sözleri duyarız: “Eski Viyana’nın savaştan önce Strauss müziği gibi romantik çekiciliği olduğunu bilmezdim. Ona kıyasla İstanbul bana çok daha çekici geliyordu.”
Sözü edilen çekiciliğin öncesi, sonrası ve değişik boyutları da var elbette. Daha batısında yaşayanlar için olduğu kadar, doğusundakiler için de aynı büyüleyiciliğe sahip İstanbul, sinema için de benzersiz manzaralar sunmuş, eşsiz bir mekân oluşturmuş durumda.
Kameraya kaydedilmiş ilk İstanbul görüntülerinin sinema tarihiyle aynı yaşta olduğu söylenebilir. Yedinci sanatın başlangıç tarihi olarak kabul edilen 1895’in bir yıl sonrasında İstanbul’a gelen Alexandre Promio adlı sinemacı, İstanbul’un ve Türkiye’nin tarihindeki ilk görüntülerini çekmişti. 1895’te Paris’te ilk film gösterimini gerçekleştiren Lumiere Kardeşler’in kameramanlığını yapan Promio’nun Galata Köprüsü’nden, Haliç, Karaköy ve Boğaz kıyılarından, nazlı kayıklardan ve sandalcılardan, tüm şehrin nabız atışlarını hissettirerek ölümsüzleştirdiği görüntüler yalnızca iki dakikalık bir film oluşturuyor ama seyredenler hak verecektir; bu iki dakikanın tadı İstanbul’un kendisi kadar doyulmaz.
İlginçtir, Promio’nun kamerasının gördüğü ve gösterdiği bölge, ‘otantik, mistik ve kaotik Doğu’ algısına malzeme sağladığı için olsa gerek, sonraki yıllarda da İstanbul’a yolu düşen tüm sinemacıların ilgi odağı haline geldi.

Haberin Devamı

‘Topkapı’dan ‘Skyfall’a...
Elia Kazan’ın ‘Amerika... Amerika...’sından ‘Tenten ve Altın Post’a, Agatha Christie uyarlaması ‘Şark Ekspresi’nde Cinayet’ten Jackie Chan’li ‘Altın Yumruk İstanbul’da’ya kadar onlarca örnek sıralanabilirse de, listedeki en önemli örnek, hırsızlık çetesinin Topkapı Sarayı’ndan hançer çalma girişimlerini öyküleyen, başrol oyuncusu Peter Ustinov’a
Oscar kazandıran 1963 tarihli ‘Topkapı’ elbette. Belki o kadar geriye gitmeye de gerek yok; kısa süre önce gösterilen ‘Takip: İstanbul’ ve son Bond macerası ‘Skyfall’, Eminönü bölgesini fon olarak kullanan, üç aşağı beş yukarı aynı ara sokak, çatı ve damlarda geçen kaçma-kovalamaları içeren casusluk serüvenleri sunuyorlardı. (Daha eski Bond maceralarından 1963 yapımı ‘Rusya’dan Sevgilerle’ ve 1999 yapımı ‘Dünya Yetmez’in de İstanbul görüntüsü içerdiğini belirtelim.) Tam şu günlerde bir Hollywood yapımı daha, Patricia Highsmith’in romanından uyarlanan ‘Two Faces of January’ de bir şablonmuşçasına aynı bölgeye odaklanarak hareketli bir uluslararası polisiye anlatıyor ki filmin başrol oyuncusu Viggo Mortensen, İstanbul’a gelmişken İnönü Stadı’nda maç izlemeyi de ihmal etmedi, medyaya yansıdığı üzere.

Haberin Devamı

Çok sayıda temsili figür
İster yabancı ister yerli olsun, tüm yönetmenler açısından İstanbul’un avantaj sunduğuna kuşku yok. Özellikle Batı seyircisinin merakını uyandıran tarihi özelliklerinin yanı sıra, Boğaz ve Tarihi Yarımada’dan Galata ve Boğaz’a, Kız Kulesi’nden Galata Kulesi’ne, Adalar’dan Hisar’a, Kapalıçarşı’dan Haliç’e, Sultanahmet’ten Çamlıca’ya, Haydarpaşa’dan Ayasofya’ya, Dolmabahçe’den Topkapı Sarayı’na, Gülhane Parkı’ndan Sulukule’ye kadar, İstanbul’u tanımlamaya yetecek çok sayıda temsili figür ve mekân mevcut. Bu açıdan ve tarihi derinlik açısından bakıldığında İstanbul, malzeme konusunda Roma, Paris, Atina, Londra, New York gibi şehirlerden birkaç adım önde. Her türlü tahribata karşın Osmanlı ve hatta daha öncesinin kültürel dokusu da hissediliyor İstanbul’da, cumhuriyet dönemi mimarisi ve yaşam tarzının mekânları da...

Haberin Devamı

Yabancı sinemanın mesafesi
Bununla birlikte yabancı sinemacıların İstanbul’a baktıklarında büyük oranda ‘şark’ tablosu gördükleri (ya da görmek ve göstermek istedikleri), dolayısıyla İstanbul imgesini, 60-70 yıldır neredeyse hiç değiştirmedikleri, yeniden üretmedikleri ve İstanbul’u hayli ‘kabalaştırdıkları’ da dile getirilmeli. Batı sineması için İstanbul, ‘hiç değişmemeyi’ şaşırtıcı biçimde başarmış durumda!
Tam bu noktada dünya sinemasıyla Türk sinemasının İstanbul’a yaklaşımlarında keskin farklılıkların söz konusu olduğunun altı çizilmeli. Yerli sinema, klasik ‘taşı toprağı altın şehir’ yaklaşımın yanında gerek fiziksel görünüşü, gerekse ruhuyla İstanbul’a büyük oranda sevgiyle yaklaşır ve şehirdeki her kültürel-sosyolojik değişimin izini sürüp beyazperdeye yansıtabilirken, 1-2 örnek hariç yabancı sinemacılar araya soğuk bir mesafe koymayı tercih etmekte.
Türk sinema tarihinde, adında ve içinde ‘İstanbul’ geçen yüzlerce film var, özellikle 1960’lardan itibaren iç göçe dair büyük bir toplam oluşmakla birlikte, yedi tepeli şehrimize dair özel şeyler söyleyip vurgularda bulunan, İstanbul’a sitem ederken bile gönülden seslenen örnek sayısı da az değil.
İşte İstanbul’a dair sıra dışı ve genellikle sinemamızın son yıllarına ait, bu güzel şehre alışılmışın dışında bakabilen özel bir seçki...

Haberin Devamı

Şahmaran (1993) Yönetmen: Zülfü Livaneli
İstanbul, aynı zamanda bir yeraltı şehridir... Dedesiyle yoksul ama huzurlu bir yaşam süren Yusuf, bir gün Bizans döneminden kalma Anemas Zindanları’na girer ve kaybolur. Antika kaçakçıları ve yeraltında yaşayan ‘sultan’la karşılaşmasıysa seyirciyi İstanbul’un bilinmedik yönleriyle baş başa bırakır. Efsane bir başkadır burada, İstanbul bir başka...

Kız Kulesi Âşıkları (1993)
Yönetmen: İrfan Tözüm
Hera ve Leandros... Denizin üzerindeki cennet ve cehennem... İstanbul’un simgelerinden Kız Kulesi’ne efsane ve gerçeği harmanlayarak giren film, bu ilginç yapıyı ziyaret eden bir şair ve gizemli bir kadını, bir cinayetin aydınlatılması çabasıyla buluşturuyor.

Tabutta Rövaşata (1996)
Yönetmen: Derviş Zaim
Rumeli Hisarı’nı mesken tutan evsiz barksız ve ‘yürüttüğü’ otomobillerle bir şehir turu attıktan sonra aldığı yere park eden Mahsun’un aşk ve ölüm öyküsü. Boğaz kenarının bu eski semtinin kahvehanelerini olduğu kadar jargon ve raconunu da beyazperdeye taşıyan film, İstanbul’un garibanları için atılmış sessiz bir çığlık gibi.

Ağır Roman (1997)
Yönetmen: Mustafa Altıoklar
İstanbul’un farklı dokusunu ve rengini oluşturan Çingene mahallelerine ‘ağır racon’ keserek giren Altıoklar’dan, ‘Kolera Sokağı günlerinde’ aşk ve ölüm öyküsü...

Laleli’de Bir Azize (1998)
Yönetmen: Kudret Sabancı
Serdar Akar’ın ‘Gemide’siyle ilginç bir kurgusal iç içelik arz eden film, Laleli’nin birahanelerinde çürüyüp giden yaşamlara, mafyözlere, gemicilere ve yabancı hayat kadınlarına bakan, ‘İstanbul’un ortasından akan kanalizasyon’ öyküsü.

Anlat İstanbul (2004)
Yönetmenler: Ümit Ünal,
Kudret Sabancı, Selim Demirdelen, Yücel Yolcu, Ömür Atay
İstanbul’u alışılmışın dışında bir ‘masal kenti’ olarak gösteren beş bölümlük film, masalları günümüze uyarlıyor. Masal kahramanları, İstanbul gecelerinde geziniyor, günlük ilişkiler içinde parlıyor, sönüyorlar.

Hayat Var (2008)
Yönetmen: Reha Erdem
İstanbul Boğazı’na açılan kirli bir dere ağzında kurulu derme çatma bir ev... Yasadışı işler de yapan motorcu babası ve yatalak dedesiyle berbat yaşam süren küçük kızın öyküsünde İstanbul, şaşırtıcı güzellikte ama karanlık bir su ve deniz kenti olarak resmediliyor. Kimse İstanbul’u böyle bilmezdi, böyle görmemişti.

Başka Semtin

Çocukları (2008)
Yönetmen: Aydın Bulut
Gazi Mahallesi... Çöplerin içinde bir ceset, Kürt ve Alevi-Sünni sorunlarına dek uzanan sert ve tehlikeli mahalle ilişkileri. İstanbul’un varoş semtlerine, bir ‘Harlem’ manzarası oluşturmasa da bol sorunlu ve silahlı-bıçaklı gençler özelinde bakan, bu açıdan ‘ilk’ oluşturan ve devamı bir anlamda ‘Kara Köpekler Havlarken’le gelen bir film.
Köprüdekiler (2009)
Yönetmen: Aslı Özge
Ana mekân Boğaz Köprüsü. Köprüde çiçek satan ve bir yandan da başka iş arayan delikanlı,
Taksim-Bostancı hattında çalışan, dolayısıyla her gün defalarca her iki yönde köprüden geçen dolmuş şoförü, köprüde görevli genç ve yalnız bir trafik polisi... Geçim sıkıntısı ve İstanbul’la mücadele üçünün de ortak noktası.

Haberin Devamı

Yazının tamamını Atlas dergisinin özel İstanbul sayısında okuyabilirsiniz.