Cumartesi Bırak saçlarını yolayım!

Bırak saçlarını yolayım!

10.05.2003 - 00:00 | Son Güncellenme:

Bırak saçlarını yolayım!

Bırak saçlarını yolayım


     

     Yine bu yazı gözünüze ulaşıncaya kadar "olay" bayatlamış olacak. Bir hafta önceden yazıp yollama işi biz "gazete eklerinde" yazanların kaderidir. Neymiş efendim, haydi hep beraber tekrarlayalım: "Çünkü ekler daha önce basılırmış." Bu yüzden geçtiğimiz haftanın "Bingöl’de dayak yiyen polisler" cümlesini görünce okumaktan vazgeçmeyin. "Oooo, zaptiyelerin yaraları bile iyileşti, sen hâlâ ne diyorsun hemşire!" filan da demeyin. Taze habermiş gibi okuyun. Bu arada yeri gelmişken, şu Aktüel dergisine de çok güldüğümü belirtmeden geçemeyeceğim. Onlar da bizim gibi "nal toplayanlardan"... Biz de bayat yazıyoruz ama hiç değilse adımız "Aktüel" değil. Vallahi isim-haber uyumları şaka gibi.
     Neyse, gelelim Sarıkız’ın ciddi ortamına. Polisi ne kadar seversiniz bilemem ama Bingöl’de deprem sonrası "bazı insanlar" tarafından başlarına kaya parçaları atılanları ben birden çok sevdim. Benim oğlanın yerine koydum zahir ne bileyim! Ekran karşısında o kadar çıldırmışım ki "Havaya değil, şu kırmızı kazaklı oğlanın kafasına ateş et" diye bağırmışım. Sonra... Evet sonra kendime geldim ve bu düşüncemden dolayı kendimi çok ayıpladım. Yaşıma, konumuma, geliştirdiğime inandığım vicdanıma hiç ama hiç yakıştıramadım. Ve bir kere daha bu tür görevlerin ne büyük bir sabır, itidal, tarafsızlık, sağduyu -artık ne derseniz deyin- kısaca büyük olgunluklar gerektirdiği kafama dank etti.
     Ve yıllar önce, bir gece yarısı Kemer-Antalya yolunda, bir polisin bana verdiği "meslek" dersini hatırlattı.
     
     Böyle bir mayıs ayıydı yine, çoluk çocuk Kemer’den Antalya’ya dönüyorduk. Arabalardan birini ben kullanıyordum. Yanımdaki koltukta, o dönem Antalya polisinde müdür olarak çalışan Bülent Kılıçtepe (Sevdiğim bir-iki polis dosttan biridir ve kim bilir nerelerdedir?) yanımdaki koltukta oturuyordu. Oğlan da -o zaman küçük- arkada kıvrılmış uyuyordu. Birinci tünelden çıkmıştım ki, aynadan o canavarın farlarını gördüm. Bir şehirlerarası otobüs. Yanaştı, lunapark gibi tüm ışıklarını da açtı. Baktı ki bizi böyle öldüremeyecek, yanımıza geçti. O ara şoförün gözüne iliştik sanırım, Kılıçtepe ve ben. Biri "sarı saçlı o biçim bir karı", diğeri de tüysüz bir oğlan. Biz "gündüz insan gece Türköler, efendi suratlı insanları böyle tarif ederiz malumunuz. Derken adamlar o koca otobüsle bir arka tamponumdalar, bir önümde. Böylece bir virajdan öbürüne savruluyoruz. Dönüp yanımda oturan Bülent’e baktım. Hani amir müdür falan ya, bir dakikada adamların üzerine saldıracak herhalde! O en sakin haliyle "Sen şimdi sağa yanaş ve yavaş git" dedi. Yanaştım ama canavarla tampon temasımız sürüyor. "Şimdi de hızlan" dedi. Hızlandım, arkamdakiler yine dibimizde. Böylece 15 dakika geçti, ben aklımı oynatmışım, artık küfür ediyorum. "Şimdi dur" dedi, durdum. Zaten yapacak bir şey kalmamış, uçuruma yuvarlanacağız. Bülent nihayet eline telsizini aldı ve "Şu plakalı araç hatalı sollama, taciz etme..." filan gibi bir şeyler söyledi, kapadı. "Bu kadar mı, şimdi ne olacak peki?" diye sordum, "Bu adamların yüzlerini gözlerini yolmayacak mıyım ben?" "Ne gerek var abla!" dedi, "Bizim çocuklar cezasını yazar." "Bari gözümle göreyim ceza yazılırken. Yoksa hırstan öleceğim. Sonra anlamıyorum sen nasıl bu kadar kendine hakim olabiliyorsun?" dedim. "Bu görev böyle olmamızı gerektiriyor" dedi kısaca. Ve sonra ekledi: "Hem sana bir tavsiye, bu ülkede her şeye bu kadar sinirlenirsen sonunda sen haksız çıkarsın, doğru şeyi yaptığını ispat edemezsin."
     Bu anımı tekrar hatırlayınca genç kızları yumruklayan bakanlar, halka küfreden milletvekilleri, Bingöl olayındaki basiretsiz müdürler tek tek gözümün önünde resmi geçit yaptılar. Tabii bir de kafalarına kaya parçaları yiyen polisler... İçlerinden biri "Yapmayın, polis yaralı" diyor. O kırmızı kazaklı oğlan hâlâ ikinci bir kaya atıyor. Hani benim yazının başında "Havaya değil alnına ateş et şu herifin" diye bağırdığım genç. Yakınını kaybetmenin üzüntüsü, çadır bulamama telaşı, aç kalma korkusu ve bir amirin yanlış emri... Hiçbir neden, günahı olmayan birini kafasına taşla vura vura öldürmek gibi bir öfkeyi haklı kılmaz. Tıpkı benim bu köşenin sorumlusu olarak, az önce ekran karşısında duyduğum hezeyanlarımda haklı sayılmayacağım gibi... n
     
     Yazara e-mail