Cumartesi Bu yazıyı anneler okusun

Bu yazıyı anneler okusun

12.05.2001 - 00:00 | Son Güncellenme:

Bu yazıyı anneler okusun

Bu yazıyı anneler okusun

Bu yazıyı anneler okusun

Sarıkız'ın Anıları

Bu hafta; beni biraz daha iyi tanımanız açısından -bir okuyucu Gönül Yazar olduğuma karar vermiş çünkü- hem de Anneler Günü olduğu için, sizlere bir Sarıkız hikayesi anlatmak istiyorum.
Annemle babam ben 6 aylıkken ayrılmışlar. Annem 18 yaşındaymış beni de alıp baba evine döndüğünde. Çocukluğuma ait ilk anılarım; Ankara’da kocaman bir bahçenin ortasında, iki katlı evimizle başlar. Evimiz diyorum çünkü dedemi baba, anneannemi anne ve tabii ki annemi de ablam sanarak büyüdüğüm için ev de benim oluyor haliyle. Yalnız çocuk aklımla anlayamadığım tek bir şey vardı: Bütün akrabalar yerli yerindeydi kafamda da; o beni zırt pırt kaçırmaya gelen motosikletli adam da neyin nesiydi? Allah’tan bizimkiler "Adamın bir kızı olduğu ve bana benzediği için ilgilendiği" gibi dahiyane bir yalanla duruma çözüm bulmuşlardı.
Sadece kardeşlerim sandığım dayı ve teyzelerim değil, neredeyse bütün mahalle, motosikletli adamın benim babam olduğu gerçeğini benden saklamak için seferberdi. Yalnız arada sırada hesapta olmayan şeyler de oluyordu tabii. Örneğin ben nüfus kağıdımı hiç göremiyordum. Ya da benden 5 gün küçük dayımı ikizim sanıyordum. Dedemin şoförünün beni gösterip, "Naci Bey torun büyümüş" dediğinde "Torun ne demek?" diye dedemi bunaltıyordum. Ta ki "Evin en küçük çocuğuna denir!" cevabını alana kadar. Daha sonraları ilkokul birinci sınıf Türkçe dersinde de, ortalarda tepiniyordum "Siz yanlış biliyorsunuz" diyerek.
Bu arada "motosikletli adam" beni kaçırmak için evimize baskınlar düzenleyedursun, ben doludizgin bir çocukluk yaşamaktaydım. Bir çocuğun isteyeceği her şeye sahiptim. Kalabalık bir aile ve güzel bir ev.
Evimizin ön tarafında, çevresinde yüzlerce pembe gülün açtığı beyaz mermer bir havuz vardı, mahallenin çocuklarıyla don paça yüzdüğümüz... Hemen bitişiğindeki büyük çardak dayımın çay partileriyle şenlenirdi. Mahallenin kötü (!) kızları gelirdi kabarık jüponlu etekleriyle. "Portofino"yla dans eder, aslında balık akvaryumu olan yuvarlak cam kavanozdan "bol" içerlerdi. Tabii, önce biz çocuklar bahçeden kovulurduk. Ama ben, müzik aşkımdan mı nedir, kuytu bir köşe bulup seyre dalardım kızların en güzelini kendim farz edip.
Sonra... Dedemin bir "tavan arası" vardı dillere destan. Ben diyeyim Kırk Haramiler’in ambarı, siz deyin süpermarket. Neler yoktu ki? Yerlerde kilimler, tavanlara kadar uzanan kocaman etajerler... İçleri tıka basa kırtasiye ile doluydu. Pergel takımları, dolmakalemler, yarısı kırmızı yarısı mavi kalemler, Pelikan mürekkepler, hokkalar, papyalar, sarı samanlı kağıtlar, harita metot defterleri... Ya da cumartesi günü sünnet olacak komşu çocuğuna götürmek için el altında bulundurulan Nacar saatler... Sonra sıra sıra kavanozlar. İçlerinde bademler, Nestle’nin küçük kağıtlı çikolataları, bonbonlar, pestiller... Tavanda asılı muz hevenkleri, üvezler...
Alışverişin karneyle yapıldığı seferberlik günleriyle yerli mallar haftası mantığı arasında kararsız kalan dedem, sanırım bu çözümü bulmuştu sonunda.
Dediğim gibi, çok mutluydum. Derken bir gün annem ikinci evliliğini yaptı. Ablam evleniyor diye aman bende bir sevinç. Ama mutluluğum uzun sürmedi. Çünkü Diyarbakır’a tayinleri çıkmıştı. Kendi kendime karar verdim. Ben de onlarla gidiyordum. Nereye gidiyorsam? Hatta evlendikleri gece annemle yattım. (Bu arada damadın şekerliğine bakar mısınız? Ya da insanlığına. Yazılarımda sıkça rastladığınız babam işte bu damat oluyor) Ertesi günü de garantiye almak için, uyumadan önce bir ip bağladım annemin ayağına; diğer ucunu da kendi ayağıma. Aklım sıra beni almadan gidemeyecekler. Ama sabah kalktığımda yoktular. "Bahçeyi sulamaya indi" kandırmacalarını hatırlıyorum.
Şimdi aradan yıllar geçti... "Motosikletli adam" öldü. Canım anneannem ve canım dedem de.
Ve ben... Anneme hâlâ "abla" diyorum, bana ömrünü veren "annem" olduğunu bildiğim halde.
Anneler Günü’n kutlu olsun anacığım.




CUMARTESİ