04.06.2002 - 00:00 | Son Güncellenme:
Yatak odamda Nancy Kwan’ın "Suzie Wong’un Dünyası" filminden kalma bir televizyon var, adı Yu-ma-tu, daha doğrusu markası. Bizim Yu-ma-tu, Mesut Yılmaz’a inat AB’ye girmemekte diretiyor. Şansı da yok zaten. Bir kere en ufak sesi herhalde 5 bin desibel falan. Daha fazla kısılamıyor. Dahası, yan tarafına bir şaplak atıyorsun çalışıyor; üstünü yumrukluyorsun susuyor. Kış sabahları da fön makinesiyle ısıtırsan görüntüye daha çabuk kavuşuyorsun. Genetik şifren arızalanmadan izleyemiyorsun yani. Dalga geçmeyin, bu kekeme Japonun benim için değeri büyük, Dünya Kupası maçları buradan izlenecek çünkü. Milliyet’ten Şükrü Andaç arkadaşım "Hangi marka televizyonun hangi marifetleri var?" diye bir bir yazmış benimkine nispet. Andaç’ın markaları bizim kızların dediği gibi "çok şahane". Nakit servetim yeterse bir tane de ben alacağım inşallah.
Benim salağa gelince; ilk adet gördüğüm günden beri tozu bile alınmadı, değil tamir yüzü görmek! Bu yüzden biraz da renk sorunu var. Çinlilerin sarı benizli olduğu yalan, benim alette hepsinin teni gül kurusu.
Bu arada sülaleyi kupa heyecanı sardı. THY pilotu kardeşim Bülent maça insan taşıyor, tur rehberi küçük kardeş Namık kafilesiyle yarın yola çıkıyor, diğeri Alp ise Fuji, Nikon satıyor. Ben de, ne kadar Uzakdoğulu eşya varsa ortalığa döktüm. Eski kimonomu giyiyorum mesela, kolları çorba pişirirken tencerenin içinde ama olsun. Kore gazisi komşumuz İbrahim Amca’nın hediyesi yağlıboya resimli yastıklar yassılaşmış olarak baş köşede. Çin çubuklarımız, Çin tavamız, Çin vazomuz (yoksa çini miydi?) yosunlarımız, pirinçlerimizle kupaya hazırız. Hatta oğlanı da "Aliyung" diye çağırıyorum. "Annem kafayı çizdi!" gibilerinden bakıyor. Bir tek Peter Sellers’ın Çinli uşağından yok anlayacağınız. Not: Bu arada benim Yu-ma-tu yeni yılı da görsün imha edilecek.
27 Mayıs ihtilali sabahı, Ankara Tandoğan’da bir apartmanı askerler sarmış, üst daireden birini götürecekler. Bahçe katında oturan ailenin 10 yaşındaki oğlu perdeyi açıp çekik gözlü Eskişehirli Tatar askeri görünce haykırmaya başlamış, "Anne koş! Evi Japonlar sardı!"
Çok şükür Allah’ıma Amerikan filmleri sayesinde Japon askerini bir görüşte anlarız. Ayrıca Konya Ovası’nı tanımayız ama Vietnam’ı ağaç ağaç biliriz.
Sevgili Edim (editörüm demek) beni fani okur kitleme karşı biraz hırpalamış geçen hafta. "Liposakşın" geçirmiş yazımdan bahsediyorum. Yoksa arazi yetersizdi de ondan mı "küçüldü" bilmiyorum. İlk tepki babamdan geldi. "Ne oldu fiiller birbirini tutmuyor?" Bir de son cümleyi soruyor. "Ne anlattın da arkasından durup dururken ‘Üstelik de rimeliynen rujuynan’ diye bitirdin?" Anacım, ara cümle çıkınca "rimeliynen" ortalarda kala kalmış haliyle, bütün mesele bu. Şöyle ki:
Kuzenim Tümay Özmen hava astsubayı, bir bölük mü devralacakmış neymiş, küçük bir konuşma yapması gerekiyor. Havacı gençler çakı gibi dizilmişler, bekliyorlar ki yeni "komutan" bir-iki laf etsin. Bizimki kafayı yana eğmiş ellerini de şöyle arkadan bağlamış, başlamış bir aşağı bir yukarı yürümeye... "Yahu ne zor işmiş tek bir laf gelmiyor insanın aklına bu gibi durumlarda" diyor daha sonra anlatırken. Bu arada sessizlik almış başını gidiyor, oğlanlar gülmemek için dudaklarını ısırıyor, derken kafayı kaldırıp şöyle bir bakmış "Bilahare serbestsiniz" demiş. Ne oldu da bilahare lan!
Aynen geçen haftaki köşemin finali gibi. Son anda giren "Sezen Aksu" ilavesi yüzünden mi, yoksa RTÜK korkusundan mı, yazının "yağları alındı" bilemiyorum, bilahare öğreneceğiz. n
PS: "Sarıkız Teşkilatı Başkanlık Divanı" Duyurusu: Şahsıma teklif edilen röportaj ve TV programlarına katılabilmek için, ayrıca sizlerden gelen kimliğime ilişkin meraklara dayanamayarak, tez vakitte kendi ismimle yazma kararı aldım. Duyururum.