Cumartesi Uzaktan, pek uzaktan

Uzaktan, pek uzaktan

14.04.2001 - 00:00 | Son Güncellenme:

Bir serçe ilk kez Madrid’de yüzüme değiyor. Sevinçli bir korku ile komikleşiyor yüzüm. Garsonla halime gülüyoruz. Kim bilir? Belki o da yüzüne serçe değmiş birini ilk kez görüyor

Uzaktan, pek uzaktan

Uzaktan, pek uzaktan

Bir serçe ilk kez Madrid’de yüzüme değiyor. Sevinçli bir korku ile komikleşiyor yüzüm. Garsonla halime gülüyoruz. Kim bilir? Belki o da yüzüne serçe değmiş birini ilk kez görüyor

Evropa bambaşka bir diyar mon cher" şımarıklığı yapmamak için Türkiye’deki kişisel danışman telefonda dikkatle dinlendi. Danışman, "Esnaf patladı" dedi. Bir ülkede, hiçbir şey üretmeden, üçe alıp beşe satarak yaşayanların, herkesten önce patlaması ne anlama gelir? Ölüm oruçlarını kimse tınmıyormuş. Şovenizm marifetiyle her türlü beyinsel faaliyetten uzaklaştırılmış "normal" vatandaşların sevildiği, "öbür" vatandaşların zaten "lüzumsuz" sayıldığı bir ülkenin sarsılması için kaç adet "öbür vatandaşın" ölmesi gerekir? Bu sorulara ta İspanya’dan yanıt bulunamayacağına göre...
Öyle ise Madrid, bizatihi kendisi...

Los Rollin Estones!
Öncelikle belirtmeli: Güne, şurupsuz haliyle ve çikolotaya batırarak Kerhane Tatlısı yiyerek başlayan bir milleten fazla bir şey beklememek lazım. Lokantalarda bile çöpleri yere atmaları ayrı muamma ama herkesin, hep yüksek sesle konuşmasının ülke tarihiyle bir ilgisi olmalı. Herşeyi İspanyollaştırıp, Beatles’a "Los Beatles", Rolling Stones’a "Los Rollin Estones" diyen bir halkın "Evropalı" olması, buna karşılık, aklına hiç "Beatlegiller" demek gelmeyen zavallı Türklerin "kıro" sayılması insanda ağır bir haksızlık duygusu yaratıyor. Diğer yandan mutfak kültürünü "tembel kadın paradigması" üzerine kurmuş bir ülke, kadının kurtuluşu için iyi bir yer olabilir, ama biranın yanında da haşlanmış bakla yenmez yani. "Geyik muhabbeti" bir yana...

Madrid notları
Tirso de Molina’daki ev, Flamenko okulunun yanında. Aşağıdaki kunduracıda, dansçılar pabuçları Flamenko yaparak deniyor!
(...)
İnsan gittiği yere kendini o kadar da çok götürmüyor aslında. Yeni sokaklarda yürüye yürüye o şehirdeki hareket kıvamını buluyor vücut. Paris’te ağır, İtalya’da geniş adımlı, Madrid’de ise beş şeritli caddelerden geçerken hızlı, nihayet kaldırıma kavuşunca sahile vurmuş gibi yavaş.
(...)
Ülkenin bütün yerel anlamlarına yabancı olmak, herkese eşit mesafede tutuyor insanı. Burada bir insan hangi gazeteyi okuyorsa nasıl düşünüyordur, hangi sigarayı içiyorsa ne kazanıyordur, hangi ayakkabıyı giyiyorsa evi şehrin neresindedir... Bunları bilmemenin, bütün bunlara göre vaziyet almamanın rahatlığı, herkesin kardeşin olduğuna ilişkin tatlı bir yanılgının yumuşamasını yaratıyor insanın ruhunda.
Yine de yabancı olmanın keyfini en çok gözler çıkarıyor. Yerlilerin kıymetini bilemeyeceği ayrıntıları yakalıyor göz. Bir yabancının öncelikli işi bakmak değil midir zaten? Retina, sanki eve döndüğünde kaydettiği her bir şeyi yeniden elden geçirmek üzere tıkınıp duruyor.
(...)
Şehirler aslında insanın aklında "turistik" olmayan anılarla kalıyor. Örneğin, bir serçenin uçuşu ilk kez Madrid’de yüzüme değiyor. Bütün müze ve saraylardan daha kıymetli bu. Sevinçli bir korku ile komikleşiyor yüzüm. Garsonla gülüyoruz halime. Kim bilir? Belki o da yüzüne serçe değmiş birini ilk kez görüyor.
(...)
Başka bir dilde olsa bile, yazıp çizen insanlarının olduğu yerlerde yumuşak ve tanıdık mikroklima oluşuyor. Bu yüzden Retiro Parkı’nın yanındaki açık hava kitapçılarının etrafında, iklim ve zaman daha hafif. Uygarlık tarihinin kayıtlarının önünde duruyor olmamız sebebiyle herkeste son derece ağır başlı bir hava...
Derken kırmızı ipekten elbisesiyle çıplak bacaklı bir kadın geçiyor arkalarından. Ağır başlı başlar, yavaşça kalkıyor Cervantes’ten, Lorca’dan. Şahane bir tadı olan, küçük bir film gibi kadının bacakları izleniyor. Rüzgar, hiç şüphe yok ki, Madrid’de de öncelikle erkekler için esiyor!



CUMARTESİ