Gündem BURADA HAYALLER BİR KONTEYNERE SIĞIYOR

BURADA HAYALLER BİR KONTEYNERE SIĞIYOR

02.01.2012 - 02:30 | Son Güncellenme:

Van’da bir devletin kurduğu çadırkentler var, bir de sokaklarda çadırlardan oluşan kentler. Birinde düzen var, diğerinde kaos. Ama dertler ortak, hepsi üşüyor, hepsi yardım bekliyor, hepsi aynı hayali kuruyor: Bir konteyner

BURADA HAYALLER BİR KONTEYNERE SIĞIYOR

Ölümün soğuğu Van’ı 7.2 şiddetinde vuralı neredeyse 2.5 ay geçti. Tam olarak 70 gün, saate vurulduğunda 1680, dakikaya çevrildiğindeyse ürkütücü bir sonuç çıkıyor ortaya. Dakika, herhangi bir koşulda insan hayatının kurtarılması için yeterli olan 60 saniyeyi barındırır bünyesinde. Van’da hala kurtarılmayı bekleyen hayatlar var. Onlar hala bekliyor uzanacak elleri ama o eller İstanbul kadar uzak.
Türkiye’nin neredeyse iki ucu, İstanbul’la Van’ın arası 1637 kilometre. Metre cinsinden bakılırsa, 1 milyon 637 bin demek. Ortalama bir insanın eli 15 santim desek, bu değer üzerinden İstanbul’la Van’ın uzaklığını hesaplamaya kalksak, ürküp bırakırız. Hesaplaması bile zorken, sonucu da öyle olmuş, uzatılamamış eller Van’a.
Hangi yüze baksak, hangi kapıyı çalsak, sonuç değişmiyor. İsimler, cisimler, sözler, diller farklı belki ama dertler ortak. Az değil geçen 70 gün, ama onlar hala başladıkları noktadalar.

Haberin Devamı

Çocukların 'Buz Devri'

İlk durağımız Et ve Balık Kurumu’nun çadırkenti. 1200 kişilik bu kampta kısa bir tur atıp çıkacağız, niyetimiz asıl ziyaretleri ertesi gün yapmak. Ancak çadırkent yetkilileri, kampı yalnız dolaşmamızı istemiyor. Bir refakatçi eşliğinde başlıyoruz yürümeye. Girişte etkinlik çadırı adını verdikleri büyük çadırlar var. Doktor, hemşire, psikologlar gündüz bu bölgede. Yemek çadırı da var, ancak herkes yemeğini alıp çadırında yemeyi tercih ediyormuş. Bu yüzden büyük çadır akşam kampın çocuklarına oyun odası olarak hizmet veriyor. Başımızı içeriye uzatıyoruz, bir avuç yumurcak dizüstü bilgisayardan “Buz Devri”ni izliyor. Onların keyfine diyecek yok!
Kısa turumuzu tamamlayıp ayrılıyoruz, refakatçimizden işlerin ne kadar yolunda olduğunu dinleyerek. Yarın görüşmek üzere sözleşiyoruz tabii ki..

BURADA HAYALLER BİR KONTEYNERE SIĞIYOR





Gedikbulak Köyü’nde donmuş bir dere. İki afacan “kırılır mı, çatlar mı?” diye korkmadan altlarındaki bidonlarla kayıyor. Temkinli yaklaşıyoruz, şovlarına hız veriyorlar. Basıyoruz ayağımızı buza, sağlam. Şimdi Bünyamin’in deklanşöre basma zamanı!


Haberin Devamı

İlk çadırdaki manzara acı

Ve ertesi gün, yani yılın son günü aynı yerdeyiz. Bu kez farklı bir hareket var, çünkü Motor Sporları Federasyonu’nun kurduğu dev çadırda yılbaşı kutlaması yapılacak. Ortalıkta bir yetkilinin olmamasından aldığımız cesaretle ilk gördüğümüz çadıra adımımızı atıyoruz.
Tek göz oda çadırda bir köşede toplanmış yataklar, bir köşede tek eğlenceleri olan televizyon duruyor. Ortada bir elektrik sobası, UFO dediklerinden. Çadırın tabanı birkaç kat battaniye ile yalıtılmış. Yatak dediğimiz, ince süngerler. Her akşam tüm çadırın tabanını kaplayacak şekilde seriliyor, 12 kişiye döşek oluyor. Ortadaki direğe, şarjlı bir el feneri asılmış. Kısa süreli de olsa, sık sık giden elektrikleri simgeliyor. Burada elektrik kesilmesi çok önemli, çünkü karşılığı üşümek demek.
Ersevinç ailesi 12 kişi. Hepsi aynı çadırda kalıyor, onların iddiası bu. Muhdat abi, ailenin reisi. Daha 58 yaşında ama başlıyor hastalıklarını saymaya; kalp, şeker, yüksek tansiyon, astım, liste uzayıp gidiyor. TIR şoförlüğü yaparmış depremden önce, şimdi işsiz. Oğlu Erdal deprem olduğunda henüz 1 aylık evliymiş. O da baba mesleğinden, o da işsiz. Nedir sorunlar demeye kalkıyoruz, birkaç ağızdan sesler yükseliyor:
“Yardım gelmiyor, bugüne kadar hiç görmedik.” Çadırdaki tek ısı kaynağı olan elektrik sobasını gösterip “Üşüyoruz” diyorlar. “Hele elektrikler 10 dakika kesilsin, buz gibi oluyor çadırın içi” diye de ekliyorlar. 3 öğün yemek alıyorlar ama doymuyorlarmış. Çünkü iki kişiye bir ekmek veriliyormuş. Çocuklar pazartesi okula gidecek, ne defter var ne kalem ne kitap. Ama “Gideceğiz” diyorlar bir hevesle, onlar için bu hayattan geçici de olsa bir kaçış olacak çünkü bu.


BURADA HAYALLER BİR KONTEYNERE SIĞIYOR

Haberin Devamı

Hasarlı evin kirasını istiyor

Muhdat abide dert çok. Evleri yıkılmamış ama ağır hasarlıymış. Girip de eşyaları almaya cesaret edememişler. Ev sahibi, oturmadıkları hasarlı evin kirasını istiyormuş, bu ay da dahil tam 3 aylık. Ama Muhdat abinin cüzdanında 3 lira bile yok. Hiçbir geliri yok çünkü Ersevinç ailesinin. “Nasıl geçiniyorsunuz bir kuruş bile paranız yokken?” diye soruyoruz “İşte öyle” ya da “hiç” diye geçiştiyor. Anlamak mümkün değil, ben anlayamıyorum.
Ailenin belki de en fedakar ferdi Söylemez anneyi gösteriyor eliyle, Ankara’ya göndereceğim, yol parası bulamıyorum diyor. “Niye Ankara” deyince, bu kez Söylemez anne anlatmaya başlıyor, sanki hikayenin başına dönüyoruz:
“Boyun fıtığım var, bir de astımım. Sevk alamıyorum hastaneden. Tedavi de edemiyorlar burada. Çünkü bunun doktoru yokmuş.”
Yani çaresizlik dizboyu. Konteyner istiyorlar, konuştuğumuz herkesin ilk istediği şey konteyner. Ev falan da değil, onların hayalleri yok zaten, istekleri bu kadar küçük, sadece bir konteyner. Çünkü orada üşümeyecekler, içeriyi su basmayacak. Kar yağacak diye korkmayacaklar. Kar yağsa bir dert. Çünkü çadırın tepesinde birikenleri sürekli temizlemek zorundalar, yoksa başlarına çökebilir. Erise ayrı dert, bu kez de tabandan su basıyor içeriyi.
Vali’ye kızgınlar, önce bunu ifade ediyorlar. Arkasından övgü dolu sözler geliyor Sağlık Bakanlığı hakkında. En iyi onlar çalışmış, “Allah razı olsun” diyorlar. Bir de polise duacılar, sabaha kadar geziyorlarmış bölgede, hırsızlık hiç yokmuş.
İçeride hava ağır, dertler boğuyor insanı. Çıkmaya hazırlanırken, orada olduğumuzu duyan bir komşu uzanıyor çadıra doğru. Sanki cümlesini hazırlamış da gelmiş. Önce “Hoş gelmişsiniz” diyor, ardından biz sormadan o söylüyor, sözleri net: “4 deprem gördüm şimdiye kadar. Bu sefer gelen yardımlar gölü kuruturdu ama burada kimse bir şey görmedi. Hepsi el altından gitmiş.”

Haberin Devamı

Çıkar çıkmaz kuşatıldık

Haberin Devamı

Yeni yıl için iyi dileklerde bulunup ayrılıyoruz Ersevinç ailesinin çadırından. Botlarımızı giyip iki adım atıyoruz ki, birkaç yetkili bitiyor hemen yanımızda: "İzin aldınız mı? Şu çadırdan mı çıktınız? Fotoğraf çektiniz mi? Müdürle konuştunuz mu?"
Tek tek veriyor cevaplarımızı, müdürün yanına doğru gidiyoruz.
“O çadırdan çok şikayet gelmiştir, onlar öyle” diyorlar, “O zaman başka çadırlara da girelim” diyerek izni koparıyoruz. Tabii yanımızda bir refakatçi olması şartıyla yine.
Yavaş adımlarla çamurun içinde yürürken anlatıyor refakatçimiz: “12 kişi bir çadırda kalmıyorlar, onların 3 çadırı var.” Bir önceki gün de çadırlarda 5 kişinin kaldığını dinlemiştik yetkililerden. Su da basmıyormuş çadırları karlar eriyince. “Başta öyle bir durum oldu ama önlemini aldık” diyor. O bizi bir çadıra götürmeden, emrivaki yapıp önünde durduğumuz çadırdan başımızı içeri uzatıyoruz.
Çoluk çocuk yemek yiyor Belin ailesi. Makarna, turşu, çorba var önlerinde. Bir de et yemeği, ne olduğunu anlayamadığımız.
Kafamız karışmış ya, ilk sorumuz “Kaç kişi kalıyorsunuz bu çadırda?” oluyor. “Şu anda 8” diye yanıt geliyor. Durumu netleştirmek için ısrarla soruyoruz, “8 kişi aynı anda burada mı uyuyorsunuz?” diye, “Kocamla oğlum bugün kızımın evine gitti, aslında 10 kişiyiz” diyor Emine anne.


BURADA HAYALLER BİR KONTEYNERE SIĞIYOR

14 kişiye tek başına bakıyor

Kocası ciğer hastasıymış, çadırın soğuğu iyice azdırmış rahatsızlığını son günlerde. O yüzden kızının yanına gitmiş birkaç günlüğüne. Ana anladığımız, oranın da sürekli kalmaya müsait olmadığı. Onların da geliri yok, 14 kişiye tek başına bakmaya çalışan oğlunu saymazsak. Oğlu dediğim de, inşaatlarda kalıp ustası olarak çalışıyor. 14 kişi, tek başına, akıl alacak gibi değil.
Belin ailesinde de dertler aynı. Onlar da ilk önce bir konteyner istiyor. Daha insanca yaşamak istiyorlar. “Soba ısıtmıyor, kar eriyince su basıyor çadırı” diyorlar. “Konteyner olsa kocamın ciğerleri üşümeyecek” diyor Emine anne.
Çocuklar okula gitmeyecekmiş pazartesi günü. Çünkü okulları hasarlıymış, “Çatlakları sıvadılar sadece, girmeyiz o binaya” diyorlar.
Yatma saati gelince, çadırın düzeni değişiyor. Köşedeki yataklar yere seriliyor, elektrik sobası, ‘kapı’ dedikleri fermuarın önüne çekiliyor. “Peki diyorum, korkmuyor musunuz yangından?” Emine annenin sözleri gözlerimizi dolduruyor: “Ben uyumam evladım. Çocuklar uyur, ben sabaha kadar beklerim sobanın başında...”

Acılar istasyonu

Alacağımızı aldık çadırkentten, bir de ‘sokağa’ bakalım diyoruz. İstikametimiz İstasyon Mahallesi. Gündüz kısa bir tur için uğradığımız bu bölge, Van Merkez’in en fakir muhiti. Burada çadırkent kurmamış devlet ama çadırlardan bir kent oluşmuş. Manzara çadırkentlerden farklı, kimi bezden, kimi muşambadan yapılmış barakalar aslında bunlar. Hepsinin yanından dışarıya doğru bir soba borusu uzanıyor. Hani o birkaç saniyede çadırları kül eden, canlar alan kömür sobalarının boruları.
Bu bölgede çocuklar dışında Türkçe konuşabilenlerin sayısı az. Öğlenki ziyaretimizde kaosun içine düştük, tek katlı bir binanın önünde bekleyen onlarca kadın ve çocuk. Aş dağıtılacakmış, saatlerdir onu bekliyorlar. Sabah erkenden gelip, 4 saat bekleyenler var. Ellerinde tükenmez kalemle yazılmış birer numara. Bir gönüllü “Ancak böyle sağlayabiliyoruz düzeni” diyor. Anlamadığımız bir dilde her kafadan çıkan sesler. Tercümeleri ise kısaca şöyle:
“Devlet yok burada. Hiç yardım gelmiyor. Günde 1 öğün yemek alabiliyoruz. Çocuk bezi yok, mama yok. Çocuklarımız hasta. 4 ekmek alabilmek için 3 saat yol yürüyenler var.”

Çadırların adı ‘ev’ burada

Biz bunları konuşurken, üzerinde BDP yazan sarı bir otobüs geçiyor yanımızdan. Çoluk çocuk, kadın kız hepsi koşturuyor otobüse doğru. Zılgıtlar çekerek el sallıyorlar büyük bir coşkuyla. Durmuyor otobüs, geçip gidiyor. Aslında buradaki durumun ipuçlarını veriyor belki de bu manzara. Tabii bilinmez, bu sevgi mi onları devletin şefkatinden mahrum eden yoksa o şefkati görmedikleri için mi bu sevgi, bilmiyoruz. Aslında sadece yaslanacak bir omuz mu arıyorlar, bunun tam bir cevabı yok.
Yine döndük akşama. İstasyon Mahallesi’nde Akbulak ailesinin evindeyiz bu kez. Onlar genelde “ev” diyorlar bu çadırlara. İki aile kalıyorlarmış, 10 nüfus var toplam. İçeride bir kömür, bir de elektrik sobası. Ailenin reisi İslam abi, o da işsiz. Aynı şikayetleri ondan da dinliyoruz: “Kömür dışında hiç yardım gelmedi. Yemek alamıyoruz, kendimiz pişiriyoruz. Hiç gelirimiz yok.”

Bizim torpilimiz yok ki...

Yine buna takılıyoruz, “Hiç geliriniz yok, nasıl kaynıyor bu tencere?” diye soruyorum “Sobanın üstüne koyuyoruz” yanıtı geliyor. Üstelemiyorum, bozmak istemiyorum onları, nedense utanıyorum.
Evleri yıkılmamış ama hasarlıymış. Gözlerini karartıp arada eşyalarını alıyorlarmış içeriden. Konteyner için isim yazdırmşlar, fakat evlerine ‘oturulabilir’ dendiği için alamıyorlarmış. “Oturulacak halde değil” diyor İslam abi ama anlatamıyormuş derdini kimseye. Torpilleri olmadığı için bunları yaşadıklarına inanıyorlar.
Çocuklar, “Yetkililerden yardım istedik, ‘Gidin sizin belediye başkanınız versin’ dediler” diyor. Çocuk hayalgücü denemeyecek kadar ciddi bir iddia bu, sanki ayrışmanın, yalnızlaşmanın özeti gibi.

Sönmeden uyumuyorlar

Sobayı soruyorum, kömür sönene kadar uyumuyorlarmış. Alabildikleri tek önlem bu. Banyo diyorum, eliyle arkayı gösteriyor bir ufaklık. Taşıma suyla orada yıkandıklarını anlatıyor, o da ayda bir kere. Peki ya tuvalet? İslam abi “Arka tarafta kazdık, 4 aile birlikte kullanıyoruz” diyor. “Arka tarafta kazdık”, cümle aynen böyle. Salgın hastalık görülmemesi buralarda mucize gibi. Belki de o dondurucu soğuk, bu işe yarıyor. Sıcakta ne olacak acaba?
Müsaade isteyip çıkıyoruz Akbulak ailesinin çadırından. Orada olduğumuzu duyan çocuklar toplanmış dışarıda. Kulaklı bereler dağıtılmış akşam, onları geçirmiş başlarına zıp zıp zıplıyorlar etrafımızda. Hepsi bir şeyler söylüyor, seslerini duyurmaya çalışıyor. 10 yaşındaki Figen “Söyle bana ayakkabı getirsinler” diye resmen çığlık atıyor. Ayağındaki açık ayakkabıları gösteren 11 yaşındaki Zozan da öyle. Mehmet 13 yaşında “Bugün yılbaşıdır?” diye soruyor, bunun bile tam farkında değil, farkında olsa da ne yazar.
Arabaya kadar eşlik ediyorlar bize, çığlık çığlığa. Onların gözlerinde umut var, kapıları kapatsak da hala bağırıyorlar. “Ayakkabı, ceket” diye. Buğulanıyor sesleri ama talepler net, duymamak mümkün değil. Yavaşça uzaklaşırken İstasyon Mahallesi’nden bir kez daha bakıyorum arkama. Unutulacak bir manzara değil ama yine de kazımak istiyorum beynime. Unutmamak için, unutturmamak için...


BURADA HAYALLER BİR KONTEYNERE SIĞIYOR



Türkiye yılbaşına hazırlanırken, Van’da enkaz kaldırma çalışmaları devam ediyordu. Kentin en işlek bölgesi Cumhuriyet Caddesi’nde Soydan İş Merkezi’nden geride kalanları bu ekip kaldırıyordu.



VAN’IN İKİ YÜZÜ

BURADA HAYALLER BİR KONTEYNERE SIĞIYOR

Adı yılbaşı gecesi ama Vanlılar için çok farklı anlamlar taşıyan farklı bir gün. Çadırda hüzün, otelde düğün havası var. Biri iç çekerken, diğeri göbek atıyor. Mesafeler kısa, herkes yakın aslında birbirine ama bir taraftan da öyle uzaklar ki, akıl almıyor...


BURADA HAYALLER BİR KONTEYNERE SIĞIYOR

Van’da her günden, her hayatttan ayrı bir hikaye çıkar. Ama biz yılın son gününü seçtik, aynı zamanda ilk gününü. Türkiye eğleniyorken, yaraları hala kanayan Van ne yapıyor sorusuna yanıt aradık. Gördüğümüz Van, gece ile gündüz gibiydi, siyah ile beyaz veya kedisi gibi, bir gözü mavi bir gözü yeşil. Ya da Hasan Hüseyin’in “Öyle Bir Yerdeyim ki”de dediği gibi: “Yaprak döküyor bir yanı, bir yanı bahar bahçe...”
Henüz acılarını silememiş Van ama bir yandan da hayat devam ediyor. Afetin izleri hala her yerde. Enkazlar kalkmamış, dönülen her köşede, bir yıkıma tanık olmak mümkün. Ama gülüyor Vanlı, her şeye rağmen bunu yapabiliyor. Hem de çok içten.

Gülmek burada olağan

Van’ın insanı bir başka, bunu düşündüren sadece yüzlerindeki kalıcı gülümseme değil. Yardımseverlik, misafirperverlik, burada anlamını buluyor. Olmayanı vermeye bile o kadar gönülden razılar ki, bazen eziliyor insan bu telaşları karşısında. Erciş’ten dönerken aracımıza aldığımız otostopçu akranımız, Vanlı olduğunu fakat Bitlis Adilcevaz Adliyesi’nde katiplik yaptığını anlatıyor. İki lafın üstüne bir kahkaha patlatıyor. Gülüşü o kadar samimi ki. Şehre giriyoruz, arkamızda bir Fargo kamyon sürekli selektör yapıyor. Biz ‘Ölecek acelesinden’ diye öfkelenirken, arka koltuktaki katibimiz espriyi patlatıyor: “Toplantıya geç kaldı adam, ver yolu da geçsin...”

Öğretmenler hareket getirmiş

Kentten yaklaşık 300 bin kişinin göç ettiği söyleniyor 7.2’lik felaketten sonra. Valilik ise bu rakamı 180 bin olarak açıklıyor. Son dönemde geri dönenler de olmuş.
Merkezin caddelerinde, sokaklarında geziyoruz. Ne aradığımızı bilmiyoruz ama gördüğümüz kalabalıklar şaşırtıyor açıkçası. Her yer seyyar tezgah, el fenerinden, lokumuna, kaçak sigaradan çorabına akla gelecek her şey o tezgahlarda. Hindi göremedik ancak yılbaşı horozu var Van’da, tanesi 10 lira... Birkaç kişiye soruyoruz, “Yılbaşı hareketliliği mi bu?” diye, “Ne yılbaşı” yanıtı geliyor hemen: “Burada yılbaşı yok.”
Ama öyle olmadığını, Van’ın da iki yüzü olduğunu öğrenmemiz çok zaman almıyor. Peki nedir bu kalabalığın sırrı? “Öğretmenler geldi, öğrenciler geldi” diyor birisi. Pazartesi açılacak olan okullar şehrin kendini bulmasına yardımcı olmuş gibi.

Adı dolu, içi boş eğlence

Evlerde hayat yok, çadırkentlerin hali ise malum. Ancak yine de çeşitli etkinlikler var. Mesela Motor Sporları Federasyonu’nun EBK Çadırkenti’ndeki eğlencesi. Ya da CHP Çukurova teşkilatının Mimar Sinan Çadırkenti’nde kurduğu 4 bin kişilik çadırda, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun da katılımıyla düzenlenen gece gibi. Ancak yalancı bahar gibi bu eğlenceler, etkisi yapıldığı müddetçe var. Bitti mi bitti, arkası yok. Aslında bir eğlence de yok, hepsi hepsi yoğun bir uğultu, kuru bir gürültü. Tabii bu iki eğlenceye gidemeyenler var bir de. Giden 1’se, gidemeyen 100. Onlar o soğuk çadırların içinde, kendilerine göre diğerlerinden farkı olmayan herhangi bir günü yaşıyor.
Ve Van’ın diğer yüzü... Kentin ayakta kalan otellerinde ve birkaç büyük restoranında yılbaşına özel programlar düzenlenmiş. Hepsinde katılım yoğun, buraya gidenler ya maddi durumu iyi olanlar ya da kente çok kısa süre önce dönen öğretmenler.

Doğuyla batının yakınlığı!

Biz birini seçiyor, 2 gündür konakladığımız Merit Şahmaran Otel’in eğlencesine gidiyoruz. Daha çok gençler, kızlı erkekli gruplar. İstanbullu, İzmirli, Ankaralı akranları gibi aynı müziklerle, aynı danslarla eğleniyorlar. Sabah uyanacakları günü unutmak istercesine, ışıklar ve lazer oyunları altında pistte kan ter içinde dans ediyorlar. Buradaki eğlence, pistte birkaç kişi kalana kadar devam ediyor, saat 03.00 gibi müziğin sesi susuyor. Tıpkı gençler gibi, durumdan vazife çıkaran fedai tipler de aratmıyor İstanbul’u, Ankara’yı. Çektiğimiz birkaç fotoğrafın ardından yanımıza gelenler, önce “Damsız girmeniz yasak” diyerek bizi dışarı almak istiyor. “Eğlenmiyoruz, 10 dakikaya çıkacağız” diyoruz, bu kez de “Müşteriler rahatsız oluyor” diyerek ısrara devam ediyorlar. Yani bazı hallerde değişen bir şey yok, Türkiye’nin en batısında ve en doğusunda...
Her şeye rağmen bir başka Van’ın insanı. Dikkatli bakınca okunuyor kederleri gözlerinden ama bir yandan da dünya yansa umurlarında olmayacak gibi. Kolay mı gülmek, koca şehir başına yıkılmışken? Ama gülmese de gülümsüyor onlar. Kimseye de gocunmamışlar, gönül koymamışlar. Karşılaştıkları ilgisizliğe bazen kızıp öfkelenseler de kin yok burada, tıpkı o Van türküsünün anlattığı gibi:

Bu dağın karı menem
Yel vursa erimenem
Eller ne derse desin
Ben sene yerinmenem


ERCİŞ FARK ATMIŞ SORUNLARI AŞMIŞ

Van’a gelmişken Erciş’i de görelim dedik. Merkezle arası hepi topu 100 kilometre. İstanbul’da şehir içi diyebileceğimiz bir mesafe yani. Ama Merkez’deki durumla Erciş arasındaki fark Van Gölü kadar büyük.
Erciş depremde en ağır hasarı gören yer olmasına rağmen, Ak Partili belediyesi sayesinde en hızlı toparlanan bölge olmuş. Geziyoruz sokaklarında, kaldırılmayan enkaz neredeyse kalmamış. Çarşısında hayat normale dönmüş, çadırkentler var ancak konteyner kentler de kurulmuş. Hatta görmek istediğimiz bir çadırkente gittiğimizde boş bir arsayla karşılaşıyoruz, hepsi konteynerlere taşınmışlar.

Köylerde durum toparlanmış

Erciş yolunda uğradığımız birkaç köyde de durum kötü görünmüyor. Gedikbulak, Ermişler, Canik... Enkazlar dursa da orta yerde, yardım çadırları var, konteynerleri de. Hayat sanki daha normal. Öğle yemeği için girdiğimiz lokanta, ilçeye henüz dönen gencecik öğretmenlerle dolu. Tıpkı Van Merkez gibi, onların dönüşü Erciş’e de hayat getirmiş. Yemeğimizi yerken, arka masamızda oturan öğretmenlerin sohbetine kulak kabartıyoruz. Çünkü kayıtsız kalınacak gibi değil.

Şimdi pişman ama...

Karlıyayla Köyü’ne atanmış genç bir kız, sırtını bana vererek oturan. Kalacağı lojmanı anlatıyor yanındaki meslektaşlarına, “Berbat” diyor. “Erciş’te kal o zaman” diyor arkadaşları, “Yol tehlikeli karda yağmurda” diye yanıtlıyor. Pişman biraz yaptığı seçimden. “Keşke İstanbul’u yazsaydım, nereden bilecektim. Oranın taşrası bin kat iyidir” diye sitem ediyor. Bu konuşma o kadar tanıdık ki bana, sevgili dostum Filiz Aygündüz’ün Diyarbakır Silvan'da öğretmenlik mesleğine başladığı günleri anlattığı “Kaç Zil Kaldı Örtmenim” adlı kitabı geliyor aklıma. Ve oradan biliyorum ki, arka masamda az önce pişmanlığını anlatan genç öğretmen, çok kısa sürede önce Karlıyayla’nın çocuklarına, sonra mesleğine aşık olacak.
Dediğimiz gibi, Erciş’te durum daha normal. Hayat sanki artık olağan akışında. Asıl ilgilenmemiz gereken yerin Van Merkez olduğunu bir kez daha anlıyor ve geçirdiğimiz birkaç saatin ardından Erciş’ten ayrılıyoruz.


BİZİM BURADA VEKİLİMİZ YOK AMA ÇOK ÇALIŞIYORUZ


BURADA HAYALLER BİR KONTEYNERE SIĞIYOR

İki günlük Van ziyaretimizde, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’yla baş başa görüşme fırsatı da bulduk. Ricamızı kırmayan Sayın Kılıçdaroğlu, Mimar Sinan Çadırkenti’nden dönüşü sonrası kaldığı otelde bize zaman ayırdı. İlkokula Erciş’te başladığını bu yüzden Van’la arasında özel bir bağ olduğunu anlatan Kılıçdaroğlu’na, gezdiği çadırkentte gördüklerini sorduk.
Söze Ak Partili milletvekillerinin bugüne kadar çadırkente gitmemesine dikkat çekerek başladı, “Hiçbir AKP milletvekili gelmedi diyorlar. Çadırlara gelip derdimizi dinlemedi diyorlar, ilginç bir şey. Gelmesi, vatandaşın sorununu dinlemesi lazım” dedi.

Böyle bir tablo beklemiyordum

Artık Meclis’te bir araştırma konusu haline gelmesi gereken yardımlardaki sıkıntıya dikkat çeken Kılıçdaroğlu şöyle devam etti: “Vatandaş söylüyor partizanlık yapıldığını. Bazı çadırlara UFO sobalar veriyorlar, bazılarına 2-3 tane, bazılarında hiç yok diyorlar. Bu tabloyu ben böyle beklemiyordum samimi söylemek gerekirse. Sorunların büyük ölçüde çözüldüğünü, insanların en azından sorunların aşılmasında kendisine yardım eden bir hükümetin varlığını hissettiğini düşünüyordum ben. Ama gördüğüm tablo içler acısı.”
Kılıçdaroğlu, çadırkentlerde yaşananların insanlık dramı olduğunu da belirterek “Tuvalet sorunu var, banyo sorunu var, hastalık sorunu var. Sezaryenle kadın doğum yapıyor, hastaneden çıkıp bu çadıra geliyor. Anne çocuğuna banyo yaptıramıyor korkudan. Zatüre olur, çocuk üşütür diye” dedi.

Kamulaştırmaları izleyeceğiz

Yaza doğru enkazlar tamamen kalkmış olacak, Van’da yeni bir şehir kurulması için ilk adımlar atılacak. Kılıçdaroğlu’na bunu da sorduk, kamulaştırmaları takip altına alacaklarını söyledi. Deprem sonrası yaşananları en yakından izleyen tek partinin kendileri olduğunu anlatan CHP lideri “Van Erciş Deprem İzleme Komisyonu’nu kurduk. Deprem olduğu tarihten bu yana her hafta burada birden fazla milletvekilimiz var. Geziyorlar, hem burayı hem orayı, sürekli nedir ne değildir diye rapor veriyorlar bize. İlk defa bir deprem bir siyasi parti tarafından bu kadar yakından izleniyor. Üstelik bizim burada milletvekilimiz de yok. Belediyelerimiz çalışıyorlar. Çukurova belediyemiz burada, Kartal Belediyesi Erciş’te çadır kurdu” diye konuştu.

Turizm merkezi olsun

Van’ndaki en büyük sorunlardan biri de işsizlik. Belki de bu çözülse, diğerlerinin çözümü daha kolay olacak. Kılıçdaroğlu’nun bir projesi var, “Van turizm için bir cazibe merkezi olabilir, bu potansiyeli taşıyor” diyor. Önerisi, bölgeye özel bir teşvik yöntemi uygulanması. Tabii ki adımı atması gerekenin hükümet olduğunu hatırlatıyor.
Son olarak, İstasyon Mahallesi’ni soruyoruz CHP liderine. Görmemiş ama duymuş: “Orada herhalde BDP’liler kalıyor ağırlıklı olarak. Sen bana oy vermedin ben de sana bakmam durumu” diyor. Ve sözlerini şöyle noktalıyor: “Aslında devletin oraya daha çok sahip çıkması lazım, kazanması için o insanları. Dışlamak doğru değil ki, kazanmak lazım insanları.”