Gündem ‘En alttakiler’ ve kurbanlar

‘En alttakiler’ ve kurbanlar

26.10.2012 - 02:30 | Son Güncellenme:

Kürt - Türk fark etmiyor, otuz yıldır dağlarda ölenler, cezaevlerinde bedenini ölüme yatıranlar hep seçilmiş insanlar. Onlar en alttakiler, onlar bu ülkenin en yoksul ailelerinden geliyorlar. Hangi talep, hangi dava, hayatın kendisinden daha üstün, daha kutsal olabilir ki?

‘En alttakiler’ ve kurbanlar

Bir Milliyet klasiği
Gazeteniz Milliyet, “Düşünenlerin Düşüncesi” köşesiyle toplumun kanaat önderlerine sayfalarını açıyor. Abdi İpekçi tarafından 6 Ocak 1963’te başlatılan köşe ülkenin ekonomik, siyasal ve toplumsal birçok sorununu masaya yatırmıştı. Akademisyeninden sosyal bilimcilere, sivil toplum temsilcilerinden işadamlarına, bilim insanlarından hukukçulara kadar uzman kalemler Milliyet için yazacaklar. Yazılarınızın uzunluğunun 3 bin vuruşu (1.5 sayfayı) geçmemesi gerekmektedir. İrtibat telefonumuz: 0212 337 9328. Mail adresi:aycaatikoglu@hotmail.com

Haberin Devamı

“Eğer ki bu ülkede kardeş kanının durması için, müzakere masası kurulması için, bir kurbana ihtiyaç varsa; o kurban ben olurum.”
Yukarıdaki sözler Osman Baydemir’e ait. Baydemir, arife günü, Balçiçek İlter’in programına katıldı ve devam eden ölüm oruçları için kamuoyundan duyarlılık talep etti. Talebinde sonuna kadar haklıdır.
Ölüm sınırına gelip dayanmış bir toplu ölüm orucu karşısında kamuoyu elbette susmamalıdır. Hükümet elbette bu ölüm oruçlarını durdurmak ve kimsenin hayatını kaybetmemesi için ne gerekiyorsa yapmalıdır.

Doğru bir tercih mi?
Ama kurban olmak, yeryüzünün en kutsalını, yani hayatı, yeryüzünün en kutsal davası için bile olsa, siyaset pazarına sürmek, bunca deneyime rağmen, siyaset oyununu ölüm ve kurban mistifikasyonu üzerinden tahayyül etmek, muhtemel bir müzakerenin bu yolla kurulabileceğine inanmak, doğru bir tercih olabilir mi?
Sivil ve demokratik siyasetin yolu, şiddet ve ölüm üzerinden tasarlanan bir geleceğin parçası olmayı kabul etmekten geçmiyor.

Kendileri çıkarabilir
BDP maalesef demokratik zeminin değil, elinde silahı tutanların yegâne karar verici olduğu bir şiddet zemininin parçası olmayı tercih etti.
Bir yıl içinde bin gencimizin hayatına mal olan ‘devrimci halk savaşı’ stratejisine karşı çıkamadı, bu savaşın sonuçlarını, dayanılmaz ağırlığını hafifletmek için birtakım çabalar gösterdi, ama ne fayda!
BDP’li siyasetçilerin hakikaten içinde bulundukları zor durumu anlamamız gerekiyor. Ama bu zor durumdan sivil Kürt siyasetini ve kendilerini ancak onların kendi kararlı duruşu çekip çıkarabilir.
Bilinmeyen bir şey değil, Devrimci halk savaşının gerekliliğini veya gereksizliğini, yüzlerce insanın bedenini ölüme yatırmasını kimse gelip de Ahmet Türk’e, Aysel Tuğluk’a, Sırrı Sakık’a ve Osman Baydemir’e sormuyor.
Ama bu stratejinin sonuçlarını ve bedelini elbette başta hayatını kaybeden Kürt ve Türk çocukları ve manevi-siyasi manada da BDP ödüyor.
Kimsenin öyle kolay kolay altından kalkacağı bir bedel, bir vebal değil bu.
Siz elinizdeki bütün siyasi kozlarınızı ve siyasi manevra alanlarınızı elinde silah tutanlara veya üstün ve mucizevi bir gücü olduğuna inanılan bir lidere sorgusuz sualsiz terk ederseniz, bir yıl içinde bin gencin hayatını kaybettiği bir savaşa cezaevlerinde yüzlerce insanı ölümle karşı karşıya getiren bir karara itiraz edemezsiniz.
Ne yazık ki, ‘kurban olmaya hazırız’ demekten ve halkı sokağa çağırıp durmaktan başka elinizden bir şey gelmez.
‘Silahsızlanmayı ve savaşı Öcalan’la, demokratik talepleri ve siyaseti bizimle konuşun’ deniliyor.

Yepyeni bir sayfa
Peki, demokratik siyasi taleplerin BDP’yle konuşulmasına Öcalan ve Kandil’in razı olacağından nasıl emin olunabiliyor?
Dağdakiler silahları başlarına bela olmuş kimseler değil ki.
O silahların otuz yıldır susmamasının yegâne sebebi, siyasi muhataplık ve teritoryal bir bölgede hükümran olmak değil midir?
Kürt sivil siyasetinin artık güçlü bir iddiayla ortaya çıkmasının zamanı gelmedi mi?
Madem silahlı mücadelenin faturasını ben ödüyorum, bu halk ödüyor, o halde artık gerekli olup olmadığına da gelin beraber karar verelim demek gerekmiyor mu?
Kürt sorununda yepyeni bir sayfa açmanın başka yolu var mı?
Kürt-Türk fark etmiyor, otuz yıldır dağlarda ölenler, cezaevlerinde bedenini ölüme yatıranlar hep seçilmiş insanlar.
Onlar en alttakiler, onlar bu ülkenin en yoksul ailelerinden geliyorlar.
Ölüm orucu aslında dünyaya ve hayata bir meydan okumadır.
Ölümün göze alındığı bir meydan okuma.
Kaslarınız erir, gözlerinizin feri gider, bedeniniz kendi kendini tüketmeye başlarken, vücudunuzun her bir parçasının küçüldüğünü fark eder ve ölüme yavaş yavaş yaklaşırsınız.
Ölümü göze almak.
‘Aslolan hayattır’ düşüncesinden uzaklaşmak.
Peki ama ne için ve ne uğruna?..
Hangi talep, hangi dava, hayatın kendisinden daha üstün, daha kutsal olabilir ki?

Haberin Devamı

Orhan Miroğlu
Orhan Miroğlu, Mardin doğumlu siyasetçi, gazeteci ve yazardır. Gençlik yıllarını Batman ve Diyarbakır’da geçirdi. 1970-1980 yılları arasında Demokratik Gençlik Hareketi içinde bulundu. 1980 yılında Diyarbakır Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü’nden mezun oldu. 1 sene öğretmenlik görevinde bulunan Miroğlu, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra tutuklandı. Türkiye Kürdistanı Sosyalist Partisi davasından 15 yıl mahkûmiyet aldı. 1988 yılında cezaevinden tahliye olduktan sonra 1995’e kadar siyasi yasaklılığı sürdü. 1999 yılından bu yana HADEP, DEHAP ve Demokratik Toplum Partisi Genel Başkan Yardımcısı olarak görev yaptı. Radikal İki, Ülkede Özgür Gündem, Özgür Politika ve BirGün’de köşe yazarlığı yaptı. 6 Eylül 2010 tarihli Taraf’taki köşesinde kendisini kimliği belirsiz bir kişinin ölümle tehdit ettiğini duyurdu. Taraf gazetesinde “Yüzleşme” adlı köşesinde yazan Miroğlu, 3 Eylül 2012 tarihinde bir yazısının yayımlanmadığı gerekçesiyle gazeteden ayrıldı.