Gündem Okyanus, ağzından köpükler saçan bir ejderha gibi...

Okyanus, ağzından köpükler saçan bir ejderha gibi...

03.01.2013 - 02:30 | Son Güncellenme:

Önümüzde dünyanın en vahşi suları uzanıyor. Antarktika’ya kadar 600 mil boyunca bir tanrı bir de biz... Şimdiye kadar hiç görmediğimiz kadar kuvvetli dalgaları aşıyoruz. Sibel’e dönerek soruyorum: ‘Şimdi biz sahiden Antarktika’da mıyız?’ Günler sonra ilk defa yüzü gülüyor. Evet burası Antarktika!

Okyanus, ağzından köpükler saçan bir ejderha gibi...

İşte nihayet beklenen an geldi! Antarktika için hazırız. Dümenden baş üstünde duran Sibel’e sesleniyorum: “Vira Bismillah...” Deminden beri bu komutu bekleyen Sibel ayağıyla düğmeye basıyor. Demir zinciri gıcırtılar çıkararak yuvasına akıyor. Rüzgârın uğultusundan söylediklerini güçlükle duyuyorum. “Zincir apiko... Demir dipten koptu...” Biraz sonra yeniden sesleniyor: “Demir yuvasında, fundaya alesta”
Uzaklar II ağır yolla koydan çıkarken Sibel de güverteden havuzluğa iniyor. Her uzun yola çıkışta yaptığımız gibi birbirimize iyi yolculuklar diliyoruz: “Allah selamet versin...”
Bu seyir diğerlerinden çok farklı olacak. İkimiz de bunun bilincindeyiz. Önümüzde dünyanın en vahşi suları uzanıyor. Antarktika’ya kadar 600 mil boyunca bir tanrı bir de biz olacağız. Koydan çıkarken aklıma eski denizcilerin bu sular için söyledikleri geliyor: “Güney Okyanusu’nda deniz bazen öyle çıldırır ki yakarışınızı tanrı bile işitmez.”
Olabilecek en iyi havada yola çıktık. Gene de karanın kuytusundan uzaklaşınca ana yelkeni küçültmek gerekiyor. Biraz sonra Horn Burnu gözüküyor. Üç okyanusun buluştuğu noktada, siyah suların içinden fırlamış kara bir ejderha gibi dimdik duruyor. Ürpererek bakıyoruz... Adeta fırtınaların efendisi... O istemeden kimse oradan geçemez. Yol veriyor, ikinci kez önünden saygıyla geçiyoruz.

‘Büyükbabayı’ görmek
Yola çıkalı üç gün oldu. Hava artık buz gibi... Geride bıraktığımız her mille birlikte daha da soğuyor. Gökyüzünü kaplayan alçak gri bulutların arasından güneş görünmüyor. Tipi şeklinde yağan kar yüzünden görüş çok zayıf. Aslında buna tam olarak kar denemez, gökten minik buz parçaları dökülüyor. İkimiz de daha önce bu tür bir yağışa şahit olmamıştık. Rüzgârın savurduğu mercimek büyüklüğünde buz taneleri yüzümüze iğne gibi batıyor.
Batı lodostan esen şiddetli rüzgârı sancak bordasından alan Uzaklar dalgaların arasında bata çıka ilerlemeye çalışıyor. Bugüne kadar gördüğümüz en büyük dalgalara bu sularda şahit oluyoruz. Dalgaların oluşmasını sağlayan iki faktörden biri rüzgârın kuvveti, diğeri ise dalgaların engelsiz kat ettiği mesafe.

Ejderhaya benziyor
Güney Okyanusunun şimdi üzerinde seyrettiğimiz 60’ıncı paraleli dünyanın hiçbir yerinde karaya değmiyor. Herhangi bir kara engeliyle karşılaşmadan dünyanın çevresinde sonsuz turlarını yapan dalgalar inanılmaz yüksekliklere ulaşıyor. Okyanusun yüzeyi adeta irili ufaklı tepelerden oluşmuş engebeli bir araziye benziyor.
Homurdanarak gelen dalgalara bakarken, kafamın içinde Yeni Zelanda teknesi Northanger’ın tecrübeli kadın kaptanı Keri’nin yola çıkmadan söyledikleri yankılanıyor. “Horn Burnu ile Antarktika arasında şimdiye kadar görmediğiniz yükseklikte dalgalarla karşılaşabilirsiniz. Biz bunlara ‘Gran Dady’ (Büyükbaba) diyoruz. Geceleri tren katarları gibi gümbürdeyerek yanınızdan geçişlerini duyacaksınız. O sularda alabora olan teknelerin sorumlusu işte bu ‘Büyükbaba’lardır. Umarım siz görmezsiniz...”
Sancağımızdan yuvarlanarak gelen yeni bir dalgaya bakınca onun ‘baba’ olduğuna hükmediyorum. Ağzından köpükler saçan bir ejderhaya benziyor. Ürperiyorum. Bu sularda ‘baba’yı çoktan gördük bile, umarım Keri’nin temennisi tutar; hiç olmazsa o meşum ‘büyükbaba’yı görmeyiz!”

Haberin Devamı

Okyanus, ağzından köpükler saçan bir ejderha gibi...

VE KARA GÖRÜNDÜ!
Küçücük teknenin içinde oradan oraya savrulup duruyoruz. Her yer, her şey sallanıyor. Güverteye çıktığımızda ufuk çizgisi bile kırk dereceye varan açılarla önümüzde dans ediyor oluyor. Denge duygusunu artık yitirdik. Güney Okyanusu’nda zorlanacağımızı biliyorduk, ama bu kadarını tahmin etmemiştim. Sibel’e, “Kendimi dev bir çamaşır makinesinin içindeymiş gibi hissetmeye başladım,” diyorum. “Al benden de o kadar,” diye karşılık veriyor.
Vardiyadayken havuzluktan seslendiğini duyuyorum: “Osman koş, kara göründü!” Heyecanla yukarı fırlıyorum. Eliyle işaret ettiği yöne bakıyorum. Sancak baş omuzlukta, ufuk çizgisine yakın, beyaz bir dağ yükseliyor. Bu günlerdir üzerine rota tuttuğumuz Smith Adası. Üzeri kremayla sıvanmış gibi pürüzsüz beyaz bir örtüyle kaplı. Biraz sonra bir başka ada beliriyor; ‘Snow (Kar) Adası. Onun da üzeri ismi gibi kar ve buzla kaplı. Aralarından geçiyoruz.

Sahiden Antarktika’dayız...
Akşamüstü demirleyeceğimiz adaya, Deception’a yaklaşıyoruz. Adanın güneyindeki boğazdan geçerken, tepeler arasında sıkışan rüzgâr tekrar fırtına şiddetine ulaşıyor. Uzaklar tam pruvasından esen deli rüzgâra karşı milim milim ilerleyerek demirleyeceği koya yaklaşıyor. Koyun ağzında iki denizaslanı karaya uzanmış. Kafalarını şöyle bir kaldırıp baktıktan sonra tembel uykularına devam ediyorlar. Ta Türkiye’den buralara gelmişiz, ama onlar ne kadar da ilgisizler...
25 metreye demirliyoruz. Tekneyi neta ederken hayal âleminde gibiyim. Halatları roda eden Sibel’e dönerek soruyorum: “Şimdi biz sahiden Antarktika’da mıyız?” Günler sonra ilk defa yüzü gülüyor. Sağ elini yukarı kaldırarak, “Evet, burası Antarktika, hadi çak bir tane!” diyor.

Haberin Devamı

Okyanus, ağzından köpükler saçan bir ejderha gibi...

Uzaklar II, dünyanın en vahşi sularına açılmak için hazır.

‘Su göresim kalmadı’
Antarktika yolunda dördüncü günü de geride bıraktık. Artık kar fırtınaları daha sık olarak üzerimizden geçiyor. Dışarıda sıcaklık sıfır dereceye kadar düştü. Kamaranın içinde ise beş dereceyi geçmiyor. Dışarı çıkınca üşütüp hastalanmamak için ısıtıcıyı çalıştırmıyoruz.
Yola çıktığımızdan beri üzerimizdeki giysiler aynı. Çizmeleri bile ayağımızdan çıkarmadık. Havuzlukta vardiyası biten ıslak giysilerle içeri girip bir köşeye kıvrılarak dinlenmeye çalışıyor. Kuzinede yemek pişirmek mümkün değil. Zaten ikimizde de yemek yiyecek hal yok. Ben dört günde dört tane haşlanmış patates yemişim, Sibel’inse arada bir ağzına birkaç galeta attığını görüyorum.
Kamarada yuvarlanmamak için kendimi masayla yatak arasına sıkıştırmış uyumaya çalışıyorum. Ama ne mümkün... Tekneye çullanan dalgaların gümbürtüsü içerde top atılmış gibi yankılanıyor. Biraz sonra aşağıya inen Sibel karşıdaki banka uzanıyor. Beti benzi atmış, yüzü kireç gibi.

Halüsinasyon olabilir mi?
İnler gibi konuştuğunu duyuyorum: “Türkiye’nin denize en uzak ve en kurak yeri sence neresidir.” Uzun süren fırtınaların etkisiyle halüsinasyon gören, anlamsız sözler söyleyen denizcilere dair okuduklarım aklıma geliyor. Gene de cevap veriyorum: “Konya’dır herhalde... Yeniden konuştuğunda sözleri armada ıslık çalan rüzgârın uğultusuna karışıyor: “Eğer sağ salim dönersek ne yapacağımı biliyorum. Bir daha deniz, hatta su birikintisi bile görmek istemiyorum. Konya ovasında bir çiftlik bulup oraya yerleşeceğim!”

Haberin Devamı

Okyanus, ağzından köpükler saçan bir ejderha gibi...

Haberin Devamı

Horn Burnu ile Antarktika arasında şimdiye kadar görmediğimiz yükseklikte dev dalgalarla karşılaşıyoruz. Bu dalgalara ‘Gran Dady’ (Büyükbaba) deniliyor.



Yarın: PENGUENLER ARASINDA