26.04.2015 - 02:30 | Son Güncellenme:
Musa Kesler
Silahtarağa semtini bilmeyen yoktur. Hani Haliç’in üst başında, Lale Devri’nde ‘Sadabad’ adı verilen eski mesire yerinin yanı başındaki yer... Şimdi orada Bilgi Üniversitesi’nin ‘santralistanbul’ adını verdiği çok güzel bir kampüsü var. Adını da burada yıllarca elektrik üreten eski santralden alıyor.
Osmanlı İmparatorluğu 1. Dünya Savaşı’na hazırlanırken enerji ihtiyacı da hat safhadaydı. Önce hidroelektrik santrali kurulması düşünüldü. Ama İstanbul’da bunun için yeterince güçlü su kaynağı olmadığı anlaşılınca, ‘termik’ santral yapılmasına karar verildi. 1911’e açılan ihaleyi Avusturya-Macaristan sermayeli, Alman teknolojisini kullanan bir şirket aldı. 1914’te santral çalışmaya başladı. Ürettiği ilk elektrik Beyoğlu hattındaki tramvaylara ve Dolmabahçe Sarayı’na verildi.
Kömür Kastamonu’dan
Santralde kullanılan kömür gemilerle Kastamonu’dan geliyordu. Bunu fark eden Ruslar, kömür taşıyan vapurları batırmaya başladı. Derhal başka bir yol bulundu. Karadeniz kıyısına yakın Ağaçlı köyündeki linyit yatakları devreye sokuldu. Ağaçlı ve Çiftalan köyü ile Silahtarağa Santrali arasında 50 kilometre uzunluğunda dekovil hattı kuruldu. Günlük 960 ton kömür taşınmaya başlandı. Böylece sabotaj riski ortadan kalkmış, enerji üretimi de hızlanmıştı. Suriçi bölgesi, Pera ve hatta İstinye’ye bile elektrik veriliyordu. Savaş nedeniyle Harbiye Nezareti, şehirdeki bütün atları satın almıştı. Buna tramvayların atları da dâhildi. Silahtarağa’dan gelen elektrik bu açığı da kapattı. Artık İstanbul’da tramvaylar atlar olmadan da işleyebiliyordu...
Santral, görevine Cumhuriyet’ten sonra da devam etti. 1926’da Boğaz’ın altından geçirilen kablolarla Anadolu yakasına da elektrik verilmeye başlandı. 1937 yılına gelindiğinde devlet tarafından satın alınarak millileştirildi, 1938’de İETT’ye devredildi. Türlü serüvenlerle faaliyetine devam eden santral, 1952’ye kadar İstanbul’a tek başına elektrik üretti. Takvimler 1983’ü gösterdiğinde artık yorgun ve yıpranmış haldeydi. Yeni teknolojiyle donatılmış birçok rakibi de vardı. Kapısına kendisi gibi eski bir kilit vuruldu. Metruk bir halde kaderine terk edildi... 20 yıl sonra talihi döndü. Santral, Bilgi Üniversitesi’ne devredildi ve muhteşem bir kampüs ortaya çıktı.
Vadinin sırtları hâlâ gecekondularla dolu olsa da kampüsün içinde bambaşka bir hava var. Sanat galerileri birbirinden güzel etkinliklerle şenleniyor. Bir de müze var. Kampüs düzenlenirken bütün binalar orijinaline zarar verilmeden elden geçirilmiş, santralin üretim ve yönetim bölümü ise ‘Enerji Müzesi’ olmuş.
Yüz yıl önce...
Müzede elektrik üretim üniteleri olduğu gibi duruyor. Zaman sanki donmuş gibi devasa kazanlar, dinamolar ve çarklar... Kocaman göstergeler, paslı kontrol panelleri arasında ise demirden yapılmış üçgen bir kulübeye benzeyen enteresan(!) bir ‘şey’ var. Kırmızı levhasında ‘Emergency Shelter’ yazıyor. Yani bir nevi ‘Yaşam Odası’... 1914’te bu santrali yapanlar sadece Alman teknolojisini değil; Sanayi devrimini doğuran iş ahlakı ve güvenlik disiplinini de getirmişler.
Soma’da 301 işçiyi öldüren facianın duruşmaları sürerken ‘Yaşam Odası şart mıydı değil miydi?’, ‘Öyle miydi, böyle miydi?’ tartışmaları da hâlâ gündemde.
Cevap ise soğuk ve sessiz bir dinginlikle 100 yıldır orada duruyor.
Müzeden geldiğim gibi sessizce ayrıldım...