MAHALLENİN KÖTÜ PRENSİ: THE PRİNCE

Bu hafta dört film vizyona girdi. O dört filmden biri olan “The Prince” ne yazık ki, güzel bir açılış yapamadı. İlk dakikadaki olayı takiben neyin nereye varacağını kolayca anlamamız için zemin oluşturan “The Prince” iki dev oyuncu ile gediklerin üzerini örtmeye çalışıyor. Televizyon filmleri kalitesinde olan film, gerçek yaşamda olan tüm kötülükleri aynen işliyor temasına…

Klasik uyuşturucu hikâyelerinden biri, yine karşımızda öylece duruyor. Uyuşturucuyu konu alan bir sürü film seyrettik buna ne gerek vardı diye sorguluyor olabiliriz. Aslında yeni bir filme gerek yoktu çünkü B tipi film olan “The Prince” hiçbir şey vaat etmiyor. Ama şunu söylemek gerek, filmin ve başı ile sonu gerçekten çok başarılı, bunu şu şekilde düşünelim: bir kompozisyon yazdınız, girişi ve sonucu çok dikkat çekici ama gelişme paragrafı için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Bunu aynen filme uyarlarsak, ortaya farklı bir sonuç çıkmaz. Gelişme bölümü kof olan “The Prince”, John Cusack ve Bruce Willis gibi ünlü oyunculara sırtını dayayarak, gişe elde etmeye çalışıyor sanki…

Haberin Devamı

Çamura/bataklığa saplanan gençlerin vıcık vıcık ilişkilerine, gece yaşamlarına ve kopukluklarına bel bağlayarak, karakterleri tektipleştiren film, onların içinde bulundukları kötü hayatı temsil eden uyuşturucuyu bir mütemmim olarak addediyor. Hikâyeye yön veren bir veçhe olan uyuşturucu, filmin bütününü kaplayarak, kötülüğün, acizliğin ve iradesizliğin kanıtını sunuyor bize… Yılanın başını ezmek öyle sanıldığı kadar kolay değil, herhangi bir yerinizi soktu mu onun zehri tüm vücudunuza yayılır. Yani diğer bir deyişle; bir pisliğe bir kez bulaştınız mı, artık geriye dönemezsiniz. Bu uyuşturucu için de geçerlidir. Gençlerin bu tarz filmleri izleyerek etkilenmemesi olanak dışı neredeyse… Bu atmosferi yansıtabilmek için tercih edilen mavi, yeşil ve sarı grenli görüntüler, karanlıktan doğan karakterleri bir bir ortaya çıkarıyor çünkü kötü işlere bulaşmış karakterler, hayalet misali yaşıyorlar. Her şey bir intikam oyununa dönüşüyor ve küfürler havada uçuşuyor, filmdeki küfürler bir zaman sona izleyiciyi rahatsız etmeye başlıyor ve izleyici hikâyeden uzaklaşıyor. Gerçi hikâye de pek matah değil ya neyse… Tüm klişelerin filme denizanası misali yapışıyor oluşu, filmin nasıl bir düzlem üzerinde hareket ettiğinin ipuçlarını veriyor ve bu noktada şunu soruyoruz: “bu ipuçları bizi nereye götürecek?” Üç nokta koyalım biz en iyisi (…)

Haberin Devamı

Hikâyenin içerisine yerleştirilen ipuçları çok zekice tasarlanmış belki, ama hikâyenin insanlarda yarattığı negatif etki, bunları görmemize bile engel… Patlayan silahlar, hareketli dövüş ve araba sahneleri filmin merkezini oluşturan unsurlar… Ne ararsanız var! Çatışma kurabilmek adına kolaya kaçan yönetmen Brian A Miller’ın hem silahları hem de uyuşturucuyu kör göze parmak sokması filmi basitleştiriyor ve film sıradan bir kedi-fare oyununa dönüşüyor. Bildiğimiz bir hikâyeyi süslemeyi başaramayan “The Prince” tekin olmayan gece hayatında, sürten genç kızların halini perdede öyle bir gösteriyor ki, içimiz dışımıza çıkıyor resmen… Hatta Paul karakterini canlandıran Jason Patric’e, kızının arkadaşı Beth’in babalık dersi veriyor oluşunu kaçırmayın, çünkü o anı bir daha kareleyemezsiniz. Uyuşturucu batağına saplanmış bir kızın, baba Paul’a kafa tutuşu cidden çok ilginçti, o an sen kim oluyorsun da bir babaya kafa tutuyorsun diyesimiz geldi. Bir dakika! Hani her zaman aileler çocuklarına ders verirdi, demek ki bazen tersi de olabiliyormuş. Bunu da gördük. Ama bu da öyle bir baba ki, geçmişi sırlarla dolu… Hak etmiyor dersek yalan olur.

Haberin Devamı

Şimdi geldik değineceğimiz en önemli kritere… “Armut dibine düşermiş” ya da “anasına bak kızını al” lafları hepimizin bildiği ve kullandığı gündelik tabirlerdir, bu tabirleri filme uyarlayacak olduğumuzda benzer sonuçlar ortaya çıkıyor. Bu tabirlerden birini şöyle ters yüz edelim: “Babasına bak kızını al”. Çembere müdahil olan baba ve kızı arasındaki ilişki zaten kopuk durumda, belalı babanın, belalı kızı çareyi evden uzaklaşmakta buluyor. Ondan sonra gelişecek olan olaylar da filmin gidişatını oluşturuyor. İstismar edilen gençlerin yaşadıklarından yola çıkan film, bir maddenin karşı konulamaz etkisini, basit bir hikâye kurgusuyla beynimize çivi gibi çakıyor. Bataklığa bulaşan kızın, babasının eski çalıştığı büyük uyuşturucu çetelerinin birinden uyuşturucu temin ediyor oluşu, kafamızda birçok şeyin canlanmasına sebebiyet veriyor. Tahmin etmek hiç güç değil…

Hadi her şeyi anladık da filmin adı neden ‘Prens’ derseniz, açalım hemen. Suç dünyasında ‘prens’ lakaplı’ soğukkanlı katil Paul’un, geçmişinden uzaklaşmaya çalıştıkça dibe batması ve ondan da ziyade kızını işin içine sürüklemesi şeytan üçgenini tamamlıyor. Ama bu şeytan üçgenini temsil eden kriminal hikâyede polisin, askerin (katil Paul eskiden orduya katıldığından bahsetmişti) veya diğer kolluk kuvvetlerinin yer almıyor oluşu, üstünkörü bir iş yapıldığını garantilemiyor de ne yapıyor? İntikam üzerine kurulu bir hikâyeydi işte diye geçip gidiyoruz.

Yalnız filmde gözümüze çarpan çok enteresan bir sahne var: Paul’u büyüten adamın çocuğunun sattığı silahlar gerçekten çok çeşitliydi. Gözlerimizin bu kadar silahı aynı anda görüşüyor oluşu, kan dolu sahnelerin geleceğinin bir tezahürüydü belki de… Sanki o silahlar orduda kullanılan silahlardandı. Klasik silahlara hiç benzemiyorlardı. Paul karakterine eşlik eden Bruce Willis ve John Cusack’ın filmdeki işlevlerinin az olmasına karşın, hikâyeye farklılık kattılar. Onlar olmasaydı pek bir yavan olurdu bu hikâye!

Netice olarak; “The Prince” fazla beklentiye girilmeden izlenebilecek çerez bir film, eğer vaktim bol ben sıkılmam diyorsanız buyurun izleyin. Bruce Willis ve John Cusack hayranları istisnasız izleyeceklerdir, onlara önerimiz fazla beklenti içine girmemeleri gerektiği!