Pazar Ödül almaya gelse şaşırtırdı

Ödül almaya gelse şaşırtırdı

01.01.2012 - 02:30 | Son Güncellenme:

Şair, yazar, düşünür, politikacı Sezai Karakoç, Cumhurbaşkanlığı tarafından verilen ödülü almak için Çankaya Köşkü’ne gitmedi

Ödül almaya gelse şaşırtırdı

Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri töreni bir eksikle düzenlendi bu yıl. Ödüle değer görülenlerden şair, yazar ve fikir adamı Sezai Karakoç o gün girmedi Çankaya Köşkü’nün kapısından. Kimse şaşırmadı buna. Gelmemesiyle değil, olsa olsa o salona adımını atmasıyla şaşırtırdı onu tanıyanları.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “Öğrencilik yıllarımdan bu yana fikir ve dünya görüşümün oluşmasında en büyük katkıları olan kişilerden biridir” diye tarif ettiği Sezai Karakoç; 2007 yılında da Kültür Bakanlığı tarafından ödüle değer görülmüştü. Nazik bir mesaj yollamıştı: “Belgeleri postayla gönderin, parasal ödülü de kültür sanata harcayın.”
Cumhurbaşkanlığı’nın verdiği ödülü iade etmemesi, biraz olsun umutlandırdı. “Belki gelir” diyenler oldu ama yine görünmedi Karakoç. Kimi yazarlar, “Çankaya’ya gitse rahatsız olurdum” itirafından bulundular törenin ardından.

Süreya: “Sıkışmış, sıkıştırılmış deha”
O, öyleydi çünkü... Mesafeli, kendini hiçbir toplulukla özdeşleştirmeyen, suretini hep esirgeyen... Verili düzende bir türlü duramayan, kalıplara sığamayan, o kalıpların dışında kendine hep bir nefes alanı açan... Cemal Süreya’nın tarifiyle “Sıkışmış, sıkıştırılmış deha”.
23 Nisan 2011’de, 19 yıl önce durdurduğu Diriliş dergisinin yayınına, bu kez sanal ortamda bir gazete olarak devam edeceği haberini veren yazısında kendini hiç kimsenin yapamayacağı kadar iyi tarif ediyor bize:
“Nasibimize düşen budur hep: gitmek, gitmek, sonra çarelerin tükendiği yerde durmak. Ve sonra, sanki hiç doğulmayacakmış gibi umutsuz ve karanlık devrelerden geçip Allah’ın bize nasip ettiği bir gün yeniden başlamak.”
Yokluğu bir yanlış anlaşılmaya da müsait aslında; 50 ciltlik külliyatın ardından inzivaya çekildiğini düşünebilir tanımayanlar. Oysa ki o kozasının içinde yaşayarak, yazarak, üreterek geçiriyor zamanını.
Fehmi Koru: “Devletin önünde ceketini iliklediği düşünür”
Fehmi Koru’nun tabiriyle “devletin önünde ceketini iliklediği bir düşünür” Sezai Karakoç; halihazırda hem Diriliş Yayınları’nı, hem gazeteyi hem de Yüce Diriliş Partisi’ni yönetiyor.
Yayınevinin geçmişi 1973’e dayanıyor. 1955 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin mali bölümünden mezun olduktan sonra İstanbul’da gelirler kontrolörü olarak işe başlayan Karakoç, bürokrasi içinde 17 yıl kalıyor. İstifa ettikten sonra hayatını yayınevine ve dergiye adıyor.

Ve tabii şiirlerine, yazılarına...
Diriliş Partisi’ni ise 1990 yılında kurup yedi yıl boyunca genel başkanlığını yürütüyor. Parti iki genel seçime de girmediği için 1997’de kapatıldıktan sonra Karakoç 10 yıl bekliyor. Bu kez Yüce Diriliş Partisi adıyla yeniden siyasete dönüyor.
Diriliş, İslam dünyasının batı karşısında yaşadığı kıstırılmışlığa, parçalanmışlığa karşı durmaktır ona göre. Tanzimat’la başlayan, modernleşmeyi batılılaşmayla eşanlamlı gören dünya görüşüne karşı bir “çıkış yolu”dur.
Eleştirmenler, Karakoç’un 1960’lar ve 70’lerde yetişen pek çok kişinin üzerinde etkisi olduğunu söylüyorlar. Hatta kimileri ondan tek bir satır okumamış olanlar üzerinde bile etkili olduğuna inanıyor.

Dış siyasette izleri var
Karakoç’un etkisinin izleri bugün siyasette görülüyor. Türkiye siyasetini şekillendirenlerin zihninde bir yol haritası olarak duruyor Karakoç’un önermeleri.
“İslam medeniyeti mensuplarının hepsi bir halktır ve bir millettir. Köklerimizi araştırmalı, milleti, medeniyetimizi, devleti, ülkeyi yeniden tarif etmeli ve ona göre şimdi yeniden doğan Türk İslam ülkelerine de o görüşlerle yardımcı olmalıyız. Kendi pazarımızı kurmalıyız. Kendi birliğimizi kurmalıyız. Ve kendi büyük medeniyetimizin yeniden dirilişini gerçekleştirmeliyiz” sözleri bugün Ortadoğu’da uygulanan dış politikanın özeti gibi...

Haberin Devamı

60 yıllık aşk sırrı

Sezai Karakoç’un en bilinen şiirinin “Mona Roza” olduğu konusunda herkes hemfikir. 1950’lerde bir üniversite öğrencisiyken yazdığı şiiri 2002 yılına kadar bir kitapta yayımlamasa da, şiir kopyalanarak elden ele dolaştı, hikayesi bir efsane gibi anlatıldı durdu. Şairin kendisini mutlu eden bir şöhret değil “Mona Roza”nınki... Ömrünü vakfettiği davaya dair ortaya koyduğu fikirler ve şiir anlayışı açısından “Mona Roza”yı katbekat aşan dizelerin ardından, üzerine yapışmış bir etiket gibidir bu şiir. Yıllar sonra, bu şiiri gül, bülbül, Leyla gibi kavramları yeniden diriltme gereğini göz önünde bulundurarak kaleme aldığını söyleyecektir. Modern bir “Leyla ile Mecnun” denemesidir Mona Roza.
Gelin görün ki efsane yayılmış bir kere... Sahibini bile aşıp geçmiş. “Mona Roza”nın sırrı, her kıtanın ilk harfinde... Harfler birleşip bir ismi deşifre ediyor: Muazzez Akkaya’m.

Haberin Devamı

İlham kaynağının hiç haberi olmadı

“Bir bakışın ölmem için yetecek” dizesini yazdıran bu aşkın kahramanıyla ilgili türlü rivayet atıldı ortaya. Sezai Karakoç’un Muazzez’e deliler gibi aşık olduğu, ancak aşkına karşılık bulamadığı rivayetlerin ortak noktası. Kimine göre intihar etmiştir Muazzez, kimine göre ise izini kaybettirmiştir. Karakoç ise hiç evlenmemiştir...
Ne Sezai Karakoç tek bir kelime eder 60 yıl boyunca ne de bir kadın çıkıp “Ben Muazzez’im” der. Ta ki 2006 yılına kadar.
“Mona Roza”yla ilgili bir yazısından sonra Ahmet Hakan ABD’den bir e-posta alır. “Ben Muazzez Akkaya’nın kızıyım” diye başlayan bir e-posta.
Meğer Muazzez Akkaya’nın hiç haberi olmamış bu aşktan ve şiirden. Yalnızca paltosunun cebinde aşk şiirleri bulurmuş, kimin yazdığını hiç öğrenememiş... Ahmet Hakan bir iz daha yakalamış Muazzez Akkaya’dan Sezai Karakoç’a kalan... Kızı, Muazzez hanımın Mülkiye’de okurken pinpon şampiyonu olduğunu söyleyince Hakan hemen Karakoç’un “Ping-Pong Masası” adlı başka bir şiirini hatırlamış:
“Ha Sezai ha ping-pong masası / Ha ping-pong masası ha boş tüfek / Bir el işareti eyvallah ve tak tak / Gözlerin ne kadar güzel ne kadar iyi / Ne kadar güzel ne kadar sıcak / Tak tak tak tak tak.”