Pazar “Alicim senin gösterinden sonra bütün kadınlar Carmen olmak isteyecek...”

“Alicim senin gösterinden sonra bütün kadınlar Carmen olmak isteyecek...”

25.11.2012 - 02:30 | Son Güncellenme:

Milliyet Pazar’ın “Sofrada Baş Başa” sayfalarının bu haftaki konukları; Ali Poyrazoğlu ve Gürer Aykal. Kışın gelmekte olduğunu iyiyden iyiye hissettirdiği bir günde, yağmur nedeniyle tıkanan trafiği ve Taksim’de sürdürülen kazı çalışmaların aşarak erken bir akşam yemeği için Point Otel Taksim’deki Japon lokantası Udonya’da buluşuyorlar.

“Alicim senin gösterinden sonra bütün kadınlar Carmen olmak isteyecek...”

Mekan Poyrazoğlu’nun sık sık geldiği bir yer olunca yemek seçimine gerek duyulmuyor, ünlü restoranın birbirinden lezzetli yemekleri bir bir geliyor masaya. Buluşma günü Aykal’ın doktor kontrolünden bir gün önceye denk geldiğinden içki içmeyi bir sonraki buluşmaya bırakıyorlar. Ali Poyrazoğlu konuk şeflik görevini üstleneceği ve geliri yetenekli, genç müzisyenlerin eğitimine aktarılacak olan özel Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası (BİFO) konserinin arifesinde olduğu için oldukça heyecanlı. Usta tiyatrocu 11 Aralık’ta Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda gerçekleşecek olan bu konsere BİFO’nun onursal şefi Gürer Aykal eşliğinde hazırlanıyor.

Haberin Devamı

Gürer Aykal: Neler yaptın bugün?
Ali Poyrazoğlu: Ben her gün en az dört CD falan dinlerim gün içinde. Bir haftadır hiçbir CD’ye elimi süremedim. Sadece konser için hazırladığımız parçaların CD’si... Sabahtan akşama kadar onu çalıyorum. Komşularım geliyor “Ali bey konsere bilet almıştık ama gitmemize gerek kalmadı” diyorlar. Bütün apartman Carmen’i ezbere biliyor. Apartman olarak çıkabiliriz konsere!
Gürer A.: Ben de senin Carmen oyununun, “Asi Kuş”un CD’sini seyrettim, bayıldım. Ben seni izlemeyi çok özlemişim. Uzun süredir gelemedim oyununa.
Ali P.: Doğru, epey oldu.
Gürer A.: Bir defasında hanımla gelmiştik bir oyununa. Sen bize öyle iyi gelmiştin ki... Aramızda bir sorun yoktu ama başka sıkıntılar vardı, çıktığımızda genç bir kızla, genç bir oğlan olmuştuk resmen. Yağ çekmek için söylemiyorum...
Ali P.: Estağfurullah. Ne mutlu bana. Biz insanları tazeleyen bir tiyatro yapmaya çalışıyoruz, işe yaradığını görmek ne güzel...
Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası’nın 2006’dan bu yana gerçekleştirdiği bu sosyal sorumluluk projesinin önceki konuk şefleri A. Ahmet Kocabıyık, Rahmi M. Koç, Bülent Eczacıbaşı ve Cem Yılmaz’dı... Bu seneki konserde, konuk şef Ali Poyrazoğlu’nun Carmen operası üzerine yazdığı tek kişilik gösterisi “Asi Kuş”tan yola çıkılarak ünlü operadan seçilen bölümlere yer verilecek.
Gürer A.: “Asi Kuş”un CD’sini dinlerken fark ettim. Nietzsche’nin Carmen’ine dokunmamışsın...
Ali P.: “Aman bu adam da ne çok şey biliyormuş demesinler” dedim. Şaka bir yana iş iyice profesyonel bir hale gelirse dinleyici içinden çıkamayabilir diye düşündüm. Aslında bildiğim ve oyuna koymadığım çok şey var. Ama bu haliyle de fena olmadı ha, ne dersin? Opera tarihinin en önemli isimlerinden Bizet’nin bugün en çok izlenen operalardan biri olan “Carmen”i sahnelendiği ilk gece yuhalanması, adamın kahrından 35’inde ölmesi, İspanya’yı bu kadar iyi anlatan bir metnin yazarının İspanya hiç gitmemiş olması... “Asi Kuş”ta bunları anlatırken çok heyecanlanıyorum. Bakalım konser nasıl olacak?
Gürer A.: İyi ki başladık bu işe! Gerçekten yetenekli ama öğrenimine devam edememiş gençlere de katkı sağlamış olacaksın.
Ali P.: Yoksa kolay kolay bu kadar zor bir işe kalkışmazdım, ben sana söyleyeyim. Ben bir orkestra şefi değilim, oyuncuyum, yazarım. Bu işte de senin çırağınım. Yaptığım her işi bir macera, bir yolculuk gibi düşünürüm hep. Ben senin adını, Borusan Filarmoni’nin adını duyunca “Arkadaş bu ne güzel bir yolculuk!” dedim. Provalar, bilgilerimizi bir araya getirme çabamız, ekibin güvenle bize yaklaşmasının verdiği haz... Hepsi anılarımıza kalacak. Her gün “Nasıl gidiyor?” diye arıyorsun ya, nasıl iyi bir motivasyon oluyor anlatamam. “Bu iş ne işe yaradı?” dersen, çok mutlu günler geçiriyorum. En azından bunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.
Gürer A.: Hiçbir şey kalmasa bile evler dolusu bir dostluk kalacak bu işten bize...
Ali P.: O gün, koskoca bir orkestranın karşısına elimde bir değnekle çıktığımda gözüm sende olacak. Hiçbir yere gitmeyeceksin, orada, karşımda oturacaksın, söz mü?
Gürer A.: Söz, kemanların ortasında oturacağım.

Haberin Devamı

Ali Poyrazoğlu: “İmaj gözlükleri bunlar, 10 sene önce İtalya’dan aldım, herkes “Manyak mısın mavi gözlük takılır mı?” demişti, şimdi mavi, yeşil, pembe, hepsi moda oldu.”

Haberin Devamı

“Öyle anlatıyorsun ki bu yaşta ben bile bir kadına âşık olabilirim Carmen diye...”

Ali P.: Dün Nişantaşı’na gittim, taksiden inerken kafamı bir çevirdim dükkanın camında kocaman “Carmen Bijuteri” yazıyor. Carmen Pastaneleri de vardı biliyorsun, sonra Carmen Pavyonları, Carmen cikletleri... Carmen içimize işlemiş bizim. Türkiye’ye bir Carmen gösteri grubu gelmişti. Meşhur, insan boyunda Holden kuklaları... İstanbul’un bütün zampara erkekleri âşık olmuşlar Carmen kuklasına...
Gürer A.: Ben Carmen operasını biliyorum, nasıl yazıldığını biliyorum, notalarını biliyorum... Ama bu hikayeleri bilmiyordum. Carmen’i o kadar iştahlandırıcı şekilde anlatıyorsun ki ben bu yaşta, bir kadına âşık olabilirim Carmen diye... Senin Carmen’ini izledikten sonra kadınlar birer Carmen olmak isteyecekler!
Ali P.: Her kadın kendi içindeki Carmen’i keşfetmek zorunda zaten. Kadının erkeklerin dünyasında varolabilmesi için akıllı bir biçimde başkaldırmanın yollarını bulması gerek. Carmen başkaldıran bir kadın. “Asi Kuş”u, ilişkilerimizi her gün gözden geçirme zorunluluğumuzu hatırlatmak için yazdım.

Haberin Devamı

Gürer Aykal: “Bu aralar daha çok Zeki Müren dinliyorum. Bir de Mezzo diye bir kanal var ya, hep o açıktır televizyonda da...”

Haberin Devamı

“Millet neler içiyor, biz 20-30 bardak çay içmişiz çok mu?”

Carmen’le başlayan sohbet, ikilinin giyim-kuşam tercihlerine kadar uzanıyor...
Ali P.: İmaj gözlükleri bunlar, 10 sene önce İtalya’dan aldım, herkes “Manyak mısın mavi gözlük takılır mı?” demişti, şimdi mavi, yeşil, pembe, her şey moda oldu. Bunların numarası ufak. Doktor bana “Takmazsan büyüyecek numarası” dedi onun için arada bir hatırlayınca takıyorum. Yıllarca filmlerde, televizyonlarda, tiyatroda kendi kıyafetlerimizi giydik. Ben giymesem de başkası giyer diye bir depoda saklıyorum hepsini, bir dolu elbisem var. Hediye gelen de oluyor. Seyirciler bile getirir bazen. Gelenler tiyatroda araklanıyor genelde...
Gürer A.: Bak bana hiçbir şey gelmiyor öyle, kıskandım şimdi.
Ali P.: CD de çok gelir bana. Bir radyo programım vardı; “Gölgede Muhabbet”.
12 yıl yaptım onu ve 12 yıl boyunca da inatla radyonun CD’lerini çalmadım. Onlar piyasa müziği çalıyordu, ben düzeyli müzik çalıyordum. Dinleyicilere “Gittiğiniz ülkede güzel bir müzik çalıyorsa kendinize alırken bir tane de bana alın CD’sini” derdim.
3 bin 500’e yakın CD’im var şimdi. Poyrazoğlu ve Aykal’ın ortak noktalarından biri de çay merakı...
Ali P.: Tamam, sen de seviyorsun ama benimle başedemezsin bu konuda. Sana bir çay vereceğim, deli olacaksın; İrlanda viskisinde dinlendirilmiş çay... İnanılmaz... Şimdi çok moda.
Gürer A.: Sahi mi? Çok merak ettim bak şimdi... Ben daha çok bildiğimiz siyah çay içiyorum gün içinde. 20-30 bardak içerim.
Ali P.: Oh yarasın. Millet neler içiyor, biz çay içmişiz çok mu?

“Alicim senin gösterinden sonra bütün kadınlar Carmen olmak isteyecek...”

“Poyrazoğlu’nun “İstanbul’un en iyi suşisini sunuyor” dediği Udonya restoran

Udonya 1998’de Tarlabaşı’nda açıldı. “Yemekleriniz çok güzel ama yeriniz iyi değil” diyen müşterilerin ısrarına dayanamayıp Point Otel Taksim’in zemin katına taşındı. Mekanın sahiplerinden Hiromi Makishi; “Sadece Japon mutfağı servis ediyoruz. Diğer Japon restoranlarında Türkiye’nin damak tadına uygun olması için değişiklikler yapılıyor. Biz geleneksel suşi vermeye çalışıyoruz. Gerçek suşi budur” diyor. Sertab Erener de mekanın müdavimleri arasında.

“Torumlarımın beni parmaklarında oynatmalarına bayılıyorum”

Gürer A.: En mutlu olduğum anlar torunlarımla olduğum anlar. Onların beni parmaklarında oynatmalarına, beni kullanmalarına bayılıyorum... Bir de tabii Galatasaray maçları... Kessen kanım sarı kırmızı akar” derler ya, öylesine Galatasaraylıyım.
Ali P.: Ben de Galatasaraylıyım ama senin kadar değil. Ben de öğrencilerimleyken çok mutlu oluyorum. Çünkü ders verirken kendini gözden geçiriyorsun, yeniliyorsun ve gençleşiyorsun. Onların farklı bakışından hatta acemiliklerinden bile bir şeyler öğreniyorsun. O seni bir üst seviyeye taşıyor, daha farklı sorular soran bir insan haline dönüştürüyor. Birisi bana “Ben mutsuzum” dediği zaman “Tamam ama mutsuzluk bir meslek değil” diyorum. Depresyondayım bir meslek değildir, girilir çıkılır. Ben de depresyona giriyorum ama benim depresyon rekorum 2.5-3.5 saat. Daha fazlasından sıkılırım.

“Fazıl (Say)’a beni çekiştirdiğini biliyorum”

Sıra yeşil çaylı dondurmaya geliyor. Tatlıya da gelecek planları eşlik ediyor...
Gürer A.: Şimdi senin bu işten başka oyunların devam ediyor, bir de “Askerin Öyküsü” ve “Peter ve Kurt” var değil mi? Yakında bizde de çalmaya kalkarsan şaşırmamak lazım!
Ali P.: Yok, o kadar da değil. Bu yıl tiyatroda 40’ıncı yılım ya, şöyle bir en başa gitmek istedim. Ben çocuk tiyatrosu yaparak başladım çünkü. Konservatuar talebesiydim, bir çocuk oyunu yazdım, Muhsin Ertuğrul beğendi. “Haylaz Çocuklar”dı adı. Şehir Tiyatroları’nda oynandı. Baş oyucularım da Müjdat Gezen ile Savaş Dinçel’di. Bu özel yılı bir çocuk oyunuyla kutlamaya karar verdim. Bulgar Kukla Devlet Tiyatrosu yöneticileri ile anlaştım, orada kuklalar yaptırıyorum. Muhteşem bir gösteri olacak. Bir de “Askerin Öyküsü” var... Bu barış yanlısı eser bugünlerde çok önem kazandı. Sen ne yapıyorsun? Fazıl Say’la bir şeyler var sanırım?
Gürer A.: Evet, Fazıl’ın üçüncü senfonisi Türkiye’de ilk kez çalınıyor: “Universe” . “Hezarfen” ve “İpek Yolu” var sonra da. Fazıl gelecek, burada Borusan’la beraber çalacak.
Bir yandan çok mutluyum, biraz da beyin
çatırdıyor bu kadar yüklenince.
Ali P.: Fazıl’a beni çekiştirdiğini biliyorum.
Gürer A.: Nasıl?
Ali P.: Geçen gün provadan sonra tiyatroya gittim. Bizim tiyatronun müdürü “Borusan İstanbul Filarmoni’nin provasından geliyorsun değil mi?” dedi. “Nereden bildin?” dedim. Sen provadan sonra Fazıl’ın evine gitmişsin, o da Fazıl’ın yakın arkadaşıdır, oradaymış. “Gürer Aykal geldi seni çekiştirdi bugün. Çok farklı bir yorum getiriyor, çok güzel, çok heyecanlıyım.” demişsin. Fazıl da “Tabii, Ali sonuçta, elbette farklı bir yorum katacak” demiş. Bizim müdür de hiç çaktırmamış orada, akşam gelip bana ispiyonlayacak ya...

“Saddam keman, Bush piyano çalsaydı, bir Mozart sonatını beraber çalışsalardı o savaş olur muydu?”

Atıştırmalıklardan sonra sıra suşi çeşitlerinin tadına bakmaya geliyor. Her tabak ayrı ayrı övgü alıyor ama en büyük ilgiyi tempura çekiyor. Poyrazoğlu “Sebzeler bu hale gelirken çok acı çekmemişlerdir umarım” diyor.
İki usta sanatçının “Ne olacak bu memleketin hali?” muhabbeti de kültür-sanat üzerine oluyor...


Ali P.: Kültür-sanat ülkelerin yaşam uçuşunu kazasız belasız atlatabilmeleri için bir paraşüt görevi görür. Biz içinden geçtiğimiz bu zor günlerde kültüre, sanata dört elle sarılmak zorundayız. Farklı yaşam modellerinin aynı
çatı altında var olabileceğini anlamaya, ötekileştirmeden tartışabilme, kavrayabilme, bağrımıza basabilme duygumuzu geliştirmeye çalışıyoruz. Yeni baştan formatlamaya çalışıyoruz kendimizi. O yüzden kültür paraşütümüzün iplerini kesenler yere çakılmamıza neden olur.
Gürer A.: Saddam keman çalsaydı, baba Bush da piyano çalsaydı, bunlar bir Mozart sonatını beraber çalmaya çalışsalardı o savaş olur muydu?
Ali P.: Olmazdı, olmazdı. Sanatın herhangi bir dalında iddialı olsalardı kesinlikle olmazdı.
Gürel A.: Kültür-sanata önem verilmedikçe toplumda iç huzuru, barışı sağlayamazsın. Eğer eğitimde sanata ağırlık vermezseniz insanlarınızı mutlu edemezsiniz. Kültür-sanat lüks değil, en büyük gereksinimdir. Sanatı hayattan çıkarırsanız burası bir garip mahluklar ülkesi olur. Sanata önem veren ülkelerin çocukları matematikte de ileri gidiyor fizikte de...
Ali P.: İnsanın en temel hakkı, hayal kurma hakkıdır. Sanat insanın hayal kurmasını, akıllı bir biçimde kendisine hedefler tespit etmesini ve o hedeflere varacak yol haritasını çizmesini sağlar. Einstein diyor ki: “Hayal gücü bilgiden daha önemlidir. Ben matematik, fizik, kimya bilgimi hayal gücümün emrine verdiğim zaman kendimden büyük bir atom alimi çıkardım. Bunun da sebebi de kemancı oluşumdur.”
Çubukları kenara bırakıp “Çak” diyor Aykal:
Gürer A.: İşte bu! Kimse bilmiyor, bilen de söylemiyor bunu.
Ali P.: Herhangi bir şekilde çocukların içlerindeki yaratıcı hüneri ortaya çıkaracak bir biçimde eğitim sistemimizi baştan tasarlamalıyız. Bunu tasarlayamazsak daha çok, üniversite bitirmiş ama orada öğrendiği kuru bilgileri yaratıcı bir biçimde kullanamayan çocuklar görürüz. Amerikalılar, Fransızlar bizden aptal mı? Almanlar dangalak mı? İlkokuldan itibaren çocuklara drama dersi, tiyatro dersi koyuyorlar. Çocuk müzik öğreniyor, nota öğreniyor, enstrüman biliyor. Edebiyat dersleri alıyor.
Gürer A.: Alicim hep onu söylüyorum,
ne olur saz çalmayı öğrensek yahu? Eğitim Bakanlığı herkesin bir enstrüman çalmasını sağlamalı.
“Bu yüzyıl iki beyinli, üç beyinli Rönesans insanları istiyor”
Ali P.: Ben ilkokulda mandolin öğrenmiştim. Senin sanatla ilk temasın hangi enstrümanla olmuştu?
Gürer A.: Mandolin! Babamdan geçen
bir kulak vardı. Dört yaşımda kendim
çalmaya başlamışım.
Ali P: Benim annem de keman çalardı. Müziğin içinde büyüdük biz. İyi ki de öyle olmuş. Kitabımı imzalamak için bir liseye gittim. Gelen çocuklara soruyorum; “Ne olacaksın?” Hepsi işletmeci olmak istiyor. “Ulan hepiniz mi işletmeci olcaksınız? Tüm okul, birbirinizi mi işletceksiniz?” dedim. Çocukları öyle formatlamışlar. Yalnız bir çocuk “Piyanist olacağım” dedi. Elimdeki kalemi düşürdüm şaşkınlıktan. “Ailen biliyor mu evladım?” diye sordum korkarak. Merak ettim, birkaç ay sonra sordum “Ne yaptı o çocuk diye?” Tıbbiyeyi kazanmış birincilikle... Piyano çalmaya da devam ediyormuş bir yandan. Bu yüzyıl işte böyle iki beyinli, üç beyinli Rönesans insanları istiyor. Tamam, herkes orkestra yönetmesin, herkes enstrüman çalmasın ama iyi bir tiyatro seyircisi olmak da profesyonel bir iştir. Benim temel işlerimden biri kitap okumaktır mesela, profesyonel bir kitap okuyucusuyum ben.
Gürer A.: Neler okuyor, neler dinliyorsun
bu aralar?
Ali P.: Carmen’den başka bir şey dinlemiyorum.
Gürer A.: Ben Zeki Müren dinliyorum.
Bir de Mezzo diye bir kanal var ya, hep o açık televizyonda da.
Ali P.: Ben de sıkı Mezzo’cuyum. Akşamüstü bir açarım, öyle kalır yatana kadar.
Gürer A.: Alicim sana da oluyor mu, yatmadan önce çalışıyorsan o çalıştıkların uykunda daha bir yerleşiyor sanki yerine...
Ali P.: Olmaz mı? Beyin hafızaya alıyor ve çalışıyor üstünde. Bir o konuda bilgi sahibi oluyorsun ama bir yere takılıyorsun diyelim ki... Beyin onu hafızaya alıyor. Yerleştiriyor, tasnif ediyor, ondan sonra kuluçkaya yatıyor. Sonra hiç beklemediğin bir anda kıvılcım çakıyor ve çözümü buluyorsun! Yaratıcılık teorisi bunu söyler. Bir, önce sorunla ilgili bilgileri yükleyeceksin, iki teşhis koyar gibi sorunun adını koyacaksın. Beyin zaman içinde onu düşünüyor, ipuçlarını buluyor, sana “Yakaladım!” diyor. “Aman ne geç yatıyorsun?” diyorlar bana.
Yahu işim gece 12’de bitiyor. Hemen eve gelip yatayım mı yani? Bankada çalışan beşte çıkıp beş buçukta yatıyor mu? İşten çıkıyorum, düşünmem gereken şeyleri düşünüp hafızaya gönderiyorum, sonra da yatıyorum...