Pazar Ankara'nın taşına bak

Ankara'nın taşına bak

23.12.2007 - 00:00 | Son Güncellenme:

Modern başkentimizi Anadolu'nun bağrına sedef kakmalı bir hançer gibi sapladık ama ne pahasına? Eskiyi, güzeli, yeşili yok ederek ve birbirinden çirkin binalar dikerek... Yeni Ankara artık çıplak tepelere doğru yürüyen bir beton yığını

Ankaranın taşına bak

SEYİR DEFTERİ Daha sonraları Ankara benim öznel coğrafyamda hep edebiyat konuşulan, siyasetle iç içe de olsa hep sanat sorunlarını gündeme taşıyan bir kente dönüştü. Orada önemsediğim, imrendiğim, onlar gibi olmak istediğim yazarlar vardı. Bilge Karasu örneğin, belki Sevgi Soysal, bir parça Erdal Öz. Sonradan uzun yıllar yayımcım olacak Erdal Öz, Ankara'da Sergi Kitabevi'ni işletiyordu. Ve Ankara, daha yazarlığımın başında kucak açmıştı bana, ilk kitabım "Uzun Sürmüş Bir Yaz"a 1976 Türk Dil Kurumu Ödülü'nü vererek. Varan otobüsüne atlayıp gitmiş, 12 Eylül günlerinde yine Ankara'da, Fransız Kültür Merkezi'nde verdiğim bir konferansın ardından İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından toplatılacak kitabımın ödülünü o zamanki cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün elinden almıştım. Can Dündar da haftalık Yankı dergisinde benimle ilk röportajını yapmıştı. Bu ödülü Ankara vermişti bana çünkü TDK, Atatürk'ün mirasıydı ve cumhuriyetin tüm kurumları gibi belleğimde Ankara'yla özdeşleşmişti. Sonra yeni dostluklar, yeni Ankara günleri, Enis Batur'lar, Erendiz Atasü'ler, Füsun ve Metin Altıok'lar. Zaten "Altıok" da, inadına, Atatürk'ün kurduğu partinin altı ilkesini simgelemiyor muydu? Ve acılar elbet, Metin Altıok'la yine Ankara'da tanıdığım doktor-şair Behçet Aysan'ın Sivas Madımak Oteli'nde katledilişleri... Ankara'ya gidişlerim uzun yıllardır hep günübirlik oldu. Daha önceden de, diyelim "gençlik" yıllarımda bir süre kalır ama dostların evinde devrim sorunlarını tartışmaktan kenti değil gezmek, dışarıya çıkmaya bile vakit bulamazdım. Bu kez dört günlük bir Ankara yolculuğunun ardından ne yazabilirim başkentimiz hakkında? Belki bir türkünün, ilk kez Nâzım Hikmet'in "Kuvayi Milliye"sinde rastladığım bir Anadolu türküsünün şu sözlerini: "Ankara'nın taşına bak / Gözlerimin yaşına bak"...Nâzım, Kurtuluş Savaşı yıllarının Ankara'sını tanımış, Moskova'ya gitmeden önce Ankara'ya gelip cepheye gitmek istemiş, ne var ki dayısı Ali Fuat Cebesoy buna engel olmuştu. Çoğumuzun gözünden kaçmış olabilir, o dönemin Ankara'sının çarpıcı bir tasvirini yapmıştır Nâzım Hikmet, şiirlerinde değil, kendi imzasıyla yazdığı tek romanı "Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim"de:"Ankara şehri bozkırdı. Bozkırda durup dururken ve sebepsiz, mantıksız fışkırıvermiş bir tepenin eteğinde. Tepenin doruğunda bir de kale var. Geceleri bu kaleye baktığım zaman bana öyle geliyor ki, uzak denizlerde kopan bir fırtına, bir tayfun, kocaman bir kalyonu havalandırıp kondurmuş bu iç topraklardaki kayaların üstüne."Bugün ne kaldı o yılların Ankara'sından? Onarılıp korunmuş, artık müze olmuş birkaç eski yapı belki. Ve yeni havaalanının bekleme salonunda gördüğüm fotoğraflar. O fotoğraflarda yaşıyor eski kent, tek tük bahçeli evleriyle. Yenişehir örneğin, birkaç faytonla homurtulu otobüslerin tırmandığı Çankaya ve elbette Meclis binası. Yeni kentse bir beton yığını. Cam ve çelikten bir orman. Evet, 10 yıldır kentin belediye başkanlık koltuğuna yapışan ince bıyıklı, küstah ve beceriksiz zatın elinden kurtulamamış. Köstebek yuvası gibi alt geçitlerle dibi oyulmuş, çıplak tepelere doğru hem enine hem dikine yürümüş. Yayılmış, genişlemiş, yükselmiş. Yapılaşma İç Anadolu'nun simgesi kavakları, tek tük yeşil alanları, cumhuriyetin ilk yıllarından kalma tarihsel mimari dokuyu ya gizlemiş ya da düpedüz yok etmiş. Geriye ne kaldı? Şimdi yeni bir anlam kazanıyor Mehmetçiğin cepheye giderken söylediği türkü: "Ankara'nın taşına bak." Evet, Ankara'nın taşına bakıyorum. Gözlerimden yaş boşanmıyor, hayır. Ama türkünün geri kalan sözleri düşüyor aklıma: "Uyan uyan Gazi Kemal / Şu feleğin işine bak." Sahi o zaman Mustafa Kemal Paşa "Atatürk" adını almamıştı henüz ama "Gazi"ydi. Trablusgarp ve Çanakkale gazisi. Sonra "Başkomutan" ve "Reisicumhur" da olacaktı ama felek ne yapmıştı da cepheye giden er ona sitem edercesine türkü söylüyordu? Bu soruyu yanıtlamam gerekmiyor. Bu sorunun yanıtı tarih kitaplarında var zaten. Bugün karşılığını aradığım soruysa şu: Nasıl oldu da, Namık Kemal'in deyimiyle "Dört yüz çadırdan cihangirane bir devlet" çıkardığımız gibi, bir bozkır kasabasından dört milyon nüfuslu bir başkent çıkarabildik? Evet, modern başkentimizi Anadolu'nun bağrına sedef kakmalı bir hançer gibi sapladık ama ne pahasına? Eskiyi, güzeli, yeşili yok ederek, tarihsel yapıların önüne ve ardına beton perdeler, cam ve çelikten ibaret gökdelenler çekerek...Yeni havaalanı Avrupa Birliği'ne aday ülkemizin başkentine yakışmış, metro ve yeni üniversiteler de. Ama Söğütözü'nde kurulan TOBB Üniversitesi'nin yapılması için o semtteki eski konağın yıkılması mı gerekiyordu? AKP'nin yeni binası ille de Amerika'daki örneklerine mi benzemeliydi? Zaten Borsa ve Ticaret Odaları'nın üniversite kurdukları hangi Avrupa ülkesinde görülmüş? Ve siyasi parti binalarının o partilere oy atan seçmenlerin beğenisinden bu kadar uzak oluşu... Ankara bu yeni haliyle, yanıtını hâlâ bulamadığım sorular uyandırdı zihnimde. Yanıt tarih kitaplarında