Pazar Antakya'ya doğru

Antakya'ya doğru

02.07.2006 - 00:00 | Son Güncellenme:

Antakya yolunda, İskenderun'a doğru birden deniz görünüyor. Akdeniz öylesine mavi, o kadar yakın ki, şaşırmamak ne mümkün!

Antakyaya doğru

SEYİR DEFTERİ Nâzım Hikmet çok sevdiğim bir şiirinde "Yolculuklar başlamaz, yürek çağırmasa" diyor. O uzak ülkelere demir almadan önce Türkiye'de dolaşalım istedim bir süre, kısa sayılabilecek ama her yönden yararlı, kimi zaman şaşırtıcı, sarsıcı, ille de öğretici yolculuklara çıkmaya var mısınız?Dadaloğlu'nun deyimiyle "yüce dağdan aşan yollar"dan geçmeyebiliriz belki ama karınca kararınca bir köşesinden güzel yurdumuzu birlikte dolaşabiliriz. Ülkemize, yani Misak-i Milli sınırlarımıza son katılan ilimiz Hatay'dan başlayarak. Seyir Defteri'nin rotasını artık yurdumuza çevirmenin zamanı geldi diye düşünüyorum. Bugüne dek size Avrupa'da, özellikle de Fransa'da ama "Derin Fransa" diye adlandırılan küçük köy ve kasabalarda yaptığım yolculukların izlenimlerini aktardım. Daha sonra başka iklimlere doğru yol alacağımızı da söyledim; uzak ülkelerin insanlarına, tarih ve coğrafyalarına bir Türk yazarının ama uzun yıllardır Paris'te yaşayan bir Türk yazarının gözüyle bakacağımı belirterek. Adana Havaalanı'na doğru alçalmaya başladığımızda aşağıda, yüzlerce metre derinde dümdüz uzayıp gidiyordu Çukurova. Ve ben yıllar önce Yaşar Kemal'in coğrafyasını keşfetmek, büyük yazarımızın yapıtını baştan sona kateden epik söylemin biraz da abartarak yansıttığı doğayı, en küçük ayrıntılarına varıncaya dek anlattığı insan gerçeğini yerinde görmek amacıyla yaptığım yolculuğu düşünüyordum.Özcan Yüksek'in o güzelim fotoğraflarıyla zenginleşen bu yolculuğun izlenimlerini önce Atlas'ta, sonra "Bir Geçiş Dönemi Romancısı" adlı kitabımda anlattım sonradan.Türkiye'nin en verimli topraklarında gözlemlediğim köklü değişimi, yalnızca üretim ilişkilerinin değil doğanın da nasıl hızla değiştiğini, bozulduğunu, sanayi artıklarıyla kirlenip yok olduğunu betimlerken, geçmişe duyulan özlemin başta Yaşar Kemal olmak üzere güneyli yazarlarımızın hayal dünyasında ne ölçüde yer aldığını göstermeye çalıştım. Bu yazarlarımızın romanlarındaki gerçek eskilerde kalmıştı artık, kentler ve kasabalar büyümüş, yeni yollar açılmış, çeltik ve pamuk tarlalarının yerini organize sanayi bölgeleri almıştı. Ve, elbette eşkıyalık, Yaşar Kemal'in ünlü kahramanı İnce Memet sayesinde efsaneleşen bu çağdışı isyan biçimi tarihe karışmıştı. Tıpkı patoz ırgatlığıyla yanaşmalığın, marabalıkla toprak ağalığının belirleyici etkilerinin giderek azalması, hatta tümüyle ortadan kalkması gibi. Tarihe karışanlar Adana'dan Antakya'ya doğru yola çıktığımızda dikkatimi çeken ilk şey iki yönlü, geniş asfalt yol oldu. Ülkemizin bu güney ucunda, güvenliğin bir zamanlar ancak Derviş ve Cevdet paşaların komutasındaki Fırka-i İslahiye adı verilen askeri güç tarafından sağlandığı, konar göçer aşiretlerin yol kesip kervan kırdığı bu yörede trafik bir Avrupa ülkesindekinden daha düzenli akıyordu.Hava her zamanki gibi sıcaktı elbet, Yaşar Kemal'in romanlarından tanıdığımız hemen her şey değişmiş ama yazarın öykülerinde ölümsüzleşen "sarı sıcak" olduğu gibi kalmıştı. Ne var ki, klimalı arabanın içinde rahattım. Çukurova'ya ilk gelişimdeki gibi sıcaktan bunalmıyor, ikide bir durup bir ağaç gölgesinde dinlenme ihtiyacı duymuyordum. Ve tek damla ter dökmeden bakabiliyordum manzaraya.Solda Toprakkale, daha ileride "Yılanı Öldürseler"den aşina olduğum Anavarza kayalıkları arz-ı endam etmekteydi. Bir süre Yaşar Kemal'in dünyasına bıraktım kendimi, eskinin olağanüstü günlerine, "o güzel insanların o güzel atlara binerek çekip gitmeden önce" yaşadıkları Çukurova'nın büyüsüne dalıp gittim. Çukurova'nın büyüsü Kasetçalarda, gençlik günlerimin ilahı Ruhi Su'nun gür sesi Dadaloğlu'ndan veriyordu haberi: "Bozok Han'dan sürer gelir ötesi / Özer Oğlu, Seyfi Han'dır atası / Baz şahanlar sarı kaplan yuvası / Varılmaz yurduna Küçük Ali Oğlu / Dağlarında ala geyik gezişir / Engininde keklik, turaç ötüşür / Düşmanların sınırından bakışır / Girilmez yurduna, Küçük Ali Oğlu."Artık öyle uzak değil Küçük Ali Oğlu'nun yurdu. Zaten ne hakkında ağıtlar yakılan, koşmalar düzülen Türkmen beyi Küçük Ali Oğlu kaldı ne de onun Osmanlıya isyanını haykıran Dadaloğlu'nun "sınırdan bakıştıklarını" söylediği düşmanları. Dağlar aşılmaz değil artık, siyasilerimizin deyimiyle "Türkiye çağ atladı".Ama yazın ovanın sıcağından bunalan, sivrisinek ve sıtmadan kırılan aşiretlerin, yine Dadaloğlu'nun deyimiyle "ağır ağır giden Avşar elleri"nin göçtüğü yaylalar duruyor hâlâ. Oralarda hava serin, pınarların suyu buz gibidir."Yaylalarda dem sürmenin vaktı geldi, çağı şimdi" diyen bir dize geçiyor aklımdan. Kim bilir nerede, kimden duydum. Belki de düşümde, eli kınalı gözü sürmeli bir Türkmen güzeli fısıldadı kulağıma. Aslında biz de burada, otoyolu yutarcasına ilerleyen Mercedes'imizde rahat sayılırız. Dağlar aşılmaz değil Ceyhan Irmağı yatağında akıp gidiyor işte, usul usul. Artık ne taşıyor ne de ince bacaklı, donsuz çocuklar Yaşar Kemal'in romanlarındaki gibi "çaykara" yapıyor kumsalında. Karşımızda yöre halkının Nur Dağları adını verdiği Amanuslar, Toprakkale'den Osmaniye'ye doğru, Ceyhan gibi döne dolaşa akıp gidiyoruz. Ne akması, kanatlanmış uçuyoruz. Antakya'dan beni almaya gelen Semir bey, arada bir görünüp kaybolan keçi sürüleriyle çobanlara aldırmadan, başı dumanlı dağlara doğru kırıyor direksiyonu. Dadaloğlu kasetçalarda Toroslar'ın hikayesini anlatıyor hâlâ, isyan günlerinin heyecanıyla doğanın türküsünü söylerken, Osmanlı'yı lanetlemekten de geri kalmıyor:"Şu Feke'nin hanımları / Talim bilmez alemleri / Kör olasın Derviş Paşa / Hep dul koydun gelinleri."Derken, Antakya yolunda, İskenderun'a doğru birden deniz görünüyor. "Gemliğe doğru / Denizi göreceksin / Sakın şaşırma" demişti Orhan Veli. Burası Gemlik'e çok uzak ama Akdeniz öylesine mavi, o kadar yakın ki, şaşırmamak ne mümkün! Başı dumanlı dağlar