Pazar Atina günleri

Atina günleri

20.07.2008 - 01:00 | Son Güncellenme:

Atina dört gün dört gece boyunca günlük yaşamdan, Paris’in ıvır zıvırından uzaklaştırdı beni, aldı götürdü. Götürdü ama nereye? Yine eski günlere...

Atina günleri

Yunan yayımcım Magda Kotzia’nın evindeyim. Atina’da dört yoğun günden, geceden, gecelerden sonra... Basınla görüşmeler, her türlü siyasal soruya yanıt verme çabaları, imza günlerinde okurlarla buluşma, film projemiz için temaslar, tavernalarda yemek, buzuki eşliğinde şarkılar, hep ayrılıktan söz eden, “kaymos”u haykıran şarkılar, çıkışta, gece yarısından sonra sıkışan trafik, kentin aşina caddeleri, evler, Kolonaki’de konyak ve kahve, Pire’de Türk limanında Türk dostlarla içki, Magda’yla öğle uzoları...
Atina dört gün dört gece boyunca günlük yaşamdan, Paris’in ıvır zıvırından uzaklaştırdı beni, aldı götürdü. Götürdü ama nereye? Yine eski günlere, Philotei’de A’nın evinde “İlk Kadın”ı yazarken düşlediğim kadınlara, hâlâ anlayamadığım, çözemediğim, bir sır küpü gibi ruhlarını benden saklayan Yunan kadınlara götürdü Atina.
Bu arada Si’yi de gördüm, Plaka’da Kidatineon Sokağı’ndaki bir tavernada yemek yedik. Az ötede Küçük Asya Araştırmalar Merkezi vardı, bir ara tozlu arşivlerinde kaybolduğum, tahta masalarını aşındırdığım eski, güzel yapı. Bu kez kapısından içeriye girmeye bile vaktim olmadı.
Ne kötü, doğru dürüst çalışmaya, araştırmaya, yazı yazmaya nicedir vakit bulamıyorum zaten. Ama Si’nin Karamanlıca metinleri okurken bana gösterdiği yakın ilgiyi de unutmadım. Eski fotoğraflardan yansıyan savaş günlerini, İzmir limanındaki o korkunç kargaşayı, evlerinden yurtlarından olan insanların dramını unutmadığım gibi.
Bizim “Büyük Zafer” dediğimiz, Yunanlıların ise “Büyük Felaket” olarak adlandırdıkları olayı “Balkanlar’a Dönüş”te anlatmaya, çözümlemeye çalıştım kendimce, Si’yle Selanik’te geçen günlerimizi de yazdım. Ekleyecek  yeni bir şey yok sayın yargıç, ben suçsuzum!     

Ağlamak istedim
Gerçekte Türk-Yunan ilişkileri üzerine çok düşündüm, az yazdım. Yine de hiç kimseye yaranamadım. Ama bugün, yazılarımda öngördüğüm konuma geldi herkes, benimse uğradığım eleştiri ve hakaretler yanıma kâr kaldı. Evet, aynen böyle oldu sayın yargıç! O gün bugündür Yunanistan’a bir daha hiç dönmemeye karar verdiysem de olmadı. Bilirsiniz, suçun işlendiği yere katiller döner, ben kimseyi öldürmedim sayın yargıç. Savaşa karşı çıkarak bir barış kültürü yeşertmek istedim o kadar.
Si’yle yediğimiz öğle yemeğinden sonra taksiyle Magda’nın Platia Varnava’daki evine dönerken, neden bilmem, Pangrati’ye doğru, ağlamak geldi içimden. Oysa ne kederli bir şarkı vardı radyoda ne caddenin asfaltını eriten temmuz güneşi. Ama Mustafa Gürsel’in anısı, hâlâ çözemediğim genç yaştaki ölümü, belki de intiharı, Atina güneşinin içime bıraktığı bir leke gibi yayılıyordu.
“Aynı soyadını taşımakla övündüğüm tek adamsın” demişti bir gün. Nedeni, o zamanlar çalıştığı Cumhuriyet gazetesinin bir soruşturmasına verdiğim yanıtta “Hiçbir askeri başarıya hayranlık duymadığımı” söylememdi.
Milliyet’in muhabirliğini yaparken ne güzel günlerimiz, gecelerimiz olmuştu Atina’da. O zaman da çok içiyordu ama gençti. Güzel bir eşi, yanlış anımsamıyorsam bir de kızları vardı. Bense A’yla birlikteydim; o boğucu, sıcak yaz günlerinden, gece ışıl ışıl parıldayan kentin gizli saklı yerlerinden çalınmış günlerimizdeydik.
Magda’nın büyük evinin terasında yalnızım. Bir not bırakmış masaya. Şaka yollu “Bugün de telefon ederse cevap verme” diyor. Dün sabah o işteyken yine böyle terasta oturuyordum. Telefon çaldı. Bir erkek sesi Yunanca Magda’yı sordu. İngilizce evde olmadığını söyledim. Telefon kapandı. Meğer eski Dışişleri Bakanı Pangalos’muş. 

Öyküde anlattığım ev
Daha sonra işinden aramış Magda’yı, “Evindeki o Türk kimdi?” diye sormuş şakayla karışık. “İngilizce aksanından anlamıştır Türk olduğunu” dedi Magda, “Bu ara yine Türklere taktı biliyorsun!”
Yıllar önce bir tavernada Magda tanıştırmıştı. Hükümetin Avrupa işlerinden sorumlu bakanıydı o zaman, hem bugünkü kadar şişman değildi. “Hem dersini bilmiyor hem de şişman herkesten.” Neyse geride kaldı o günler de, Türk ve Yunan halkları barıştı, artık aramızdan su sızmıyor. Derken buraya ilk gelişimde de dikkatimi çeken o eski eve takılıyor gözlerim.
Atina’nın bu kuytu mahallesinde, modern yapıların arasına sıkışmış eski evi bir yerden anımsıyor gibiyim. Ya düşümde gördüm onu ya yıllar önce, A’yla Nea Smirnea’da oturan teyzesini ziyarete giderken ansızın karşımıza çıkıveren ev bu evdi.  “Atina’da Bir Ev”! Evet, o öyküde anlattığım bu evdi mutlaka; demek ki hâlâ yıkılmamış. 
İzmir kökenli bir Yunanlı komünistin albaylar cuntası döneminde, üzerinde tek bir ot bile bitmeyen bir adaya sürgüne gönderilişinin ve orada işkencede ölüşünün öyküsünü yazarken, ömründe ev nedir bilmemiş bu çağdaş Odisseus’u düşlerken, ona hayalimde bu evi yakıştırmış olmalıyım. Evet, bu evi.
Sofada oturan beyaz saçlı, siyah giysili şişman kadınların sesleri arka avluda yankılanmıyor artık. Duvarlarını eski ikonalar süslemiyor. Mutfağında da kimseler yok, odalarında da. Döşeme yer yer çürümüş, tavan çöktü çökecek. Ev, eski Atina’nın can çekişen ruhunu soluyor gibi. Eski günlerse, küllenmiş aşklarla birlikte geçmişte kaldı.