Pazar “Az” yazdı, çok konuşuldu

“Az” yazdı, çok konuşuldu

24.04.2011 - 02:30 | Son Güncellenme:

Günday hayatının bir döneminde mücevher satıcılığı yaptı: “Araba fiyatındaki bir mücevheri hiçbir şey satın almayı düşünmeyen, böyle bir şeye de ihtiyacı olmayan birine satmak için her şeyi yapabilirsiniz”

“Az” yazdı, çok konuşuldu

Şu sıralar çevremdeki herkes Hakan Günday’ın son romanı “AZ”ı konuşuyor. Zaten ilk dört sayfasını okuduktan sonra romanı düşünüp konuşmaktan başka bir şey gelmiyor elinizden. Kalbinize bıçak gibi saplanan bir başlangıcı var. Her zaman olduğu gibi saf acının romanını yazmış Günday.
İlk romanı “Kinyas ve Kayra” çıktığından beri kemikleşmiş bir okuru var. Ama her kitabı suya atılan taşın yeni halkası oluyor, o kitle genişliyor.
Yalnızca romanlarıyla da konuşulmuyor bu arada. Kendi romanından uyarladığı “Malafa” oyunu Tiyatro Dot’ta kapalı gişe oynuyor. Aynı tiyatrodaki “Festen” oyununun şarkı sözleri ve müziğinde de Hakan Günday imzası var.
2003 tarihli romanı “Piç” ise beyazperde için gün sayıyor. Senaryoyu Ümit Ünal yazıyor, filmi Selim Demirdelen yönetecek.

* Rodos’ta doğdunuz, ilkokul Brüksel’de, lise Ankara’da... Nasıl bir çocukluk yaşadınız?

Babam diplomat olduğu için daima hareketliydi çocukluğum. Yeni okula gitmeye, yeni sınıfta öğretmen elini omzuma koyup beni bütün çocuklara tanıştırdığında “Merhaba” demeye çok alışmıştım.

* Özgeçmişinizde siyaset bilimi okuduğunuz yazıyor. Neden bu bölümü tercih ettiniz?

Okudum ama bitirmedim. Siyaset o yaşlarda çok ilgimi çekiyordu, hâlâ da öyledir. Ama ben siyasetin bilimiyle ilgiliyim esas. Çevrenize baktığınızda, “Bunların olmasına sebep metinleri kim yazıyor?” diye düşündüğünüzde karşınıza yasalar çıkıyor. “Bunları kim yapıyor?” diye sorduğunuzda da siyaset bilimiyle karşılaşıyorsunuz. Hangi kaldırımdan yürüyeceğinize karar verenin kim olduğunu bilmekte yarar var.

“Turizm, insan ilişkilerinin havai fişek gibi patladığı anın adıdır”

* Siyaset bilimi, kuyumculuk, yazmak... Büyük bir arayış mı var geride?

Aslında o siyaset bilimi, öncesinde Fransızca mütercim tercümanlık o yetişme biçiminin üzerine gelecek doğal sonuçlardı. Sonrasında kendi içinizde bir duvara çarpıyorsunuz.
O duvardan geçtiğinizde, geride ne yapmak istemediğiniz kalıyor. İnsan böylece ne yapmak istediğine daha kolay ulaşabiliyor. Tabii bu benim gibi hayalperestler için geçerli. Ben aklı karışık biri olduğumdan, önce ne yapmak istemediğimi düşünmeye başladım ve ortaya dünya üzerindeki bütün meslekler kadar uzun bir liste çıktı.

* Antalya’da kuyumculuk da yaptınız. Diplomat babanın siyaset bilimi okuyan oğlu nasıl kuyumcu oldu?

Evet, 1,5-2 yıl yaptım. Eğer herhangi bir yabancı dil biliyorsanız, gerektiğinde turistlere mücevher de satabilirsiniz. Sonuçta bir semt kuyumcusunda burma bilezik satmadım.

* Dot Tiyatrosu için yazdığınız “Malafa” adlı oyunda da bu iyi bildiğiniz dünyayı anlatıyorsunuz.

Benim tanıdığım ve dünyanın farklı yerlerinde de benzer şekilde yapılan bir iş. Amsterdam’da da bir şehir turuna çıktığınızı zannederken, 12 dakika içinde, daha 700 metre gitmeden kendinizi dev bir pırlanta mağazasında bulabilirsiniz. Tek farkları anadillerinin Flamanca olmasıdır. Turizm, insan ilişkilerinin havai fişek gibi patladığı anın adıdır.

* Siz de bu işi “Malafa”daki karakterler gibi mi yapıyordunuz? Türlü numaralar çekerek...

En azından onların çalıştıklarına benzer bir yerde çalıştım. O satış teknikleri tabii ki romana has. Ama şunu söyleyeyim, bir araba fiyatındaki bir mücevheri, o ana kadar hiçbir şey satın almayı düşünmemiş olan, böyle bir şeye hiç de ihtiyacı olmayan birine 45 dakika içinde satmak için ne yapabilirsiniz: Her şeyi! Ne yapılabilirse...

* Demek böyle bir beceriniz var. Herkesin harcı değil...

Konuşmak lazım. Galiba hikaye anlatmaktan çok uzak olmadığım için fena değildim.

* Ne zaman bıraktınız?

Askere gitmeden önce, beş yıl olmuştur.

* Şimdi sadece yazarak mı geçiniyorsunuz?

Evet.

* Türkiye koşullarında bu mümkün mü?

Ben bu soruya biraz sinirleniyorum. “Maliye’den mi geliyorsunuz?” diye sorasım geliyor. Evet, Türkiye’deki durumu bildiğin için ilk aklına gelen bu oluyor. Şöyle cevap vereyim. Eğer önceliklerinizi iyi belirlerseniz, hayatınızı okuyarak bile geçirebilirsiniz. Liste yapılır, nelerden vazgeçilecekse geçilir. Hayatı yaşamaktansa hayatta kalmak dikkate alınırsa, yazarak da yaşanır. Ama sonra yazdıklarınız sizi bir zepline de bindirebilir.

“Uzun süre boş duvarlara bakarak çalışırım”

* “AZ” zihninizde nasıl başladı?

Öncelikle bir mezarlık hikayesi anlatmak istiyordum. Mezarlıkta çalışan çocukları...

* Neden?

Çünkü ölümle iç içe olup onu artık umursamayacak noktaya gelmiş bu insanlar, sadece 6 yaşındalar. Ölümü öğren, ondan para kazan, onu umursama ve bunları konuşmayı öğrendikten sonra dört yıl içinde yap. Bu anlatılmaz da ne yapılır? Oturulup düşünülmez de ne yapılır? İlk anlatmak istediğim buydu.

* Nasıl bir çalışma yönteminiz var?

Uzun bir süre boş duvarlara bakarak ve çok nadiren notlar alarak çalışıyorum. Öyle sürekli yazan, yanında defter taşıyan biri değilim. O yüzden unuturum, sonra başka bir şey hatırlarım. Sonra başlangıca dair bir fikir oluşur. Aslında bunlardan önce hepsi bir kelimeyle başlar, o da zaten kitabın adı olur. Bütün kitaplar önce adıyla geliyor aklıma, sonra o kelimenin bana çağrıştırdığı her şeyi yazıyorum.

* Yani “AZ”, “az” kelimesiyle başladı.

Evet. Az kelimesi ve çocuk hikayesiyle. Azın yapısını düşündüm, harflerin koca bir alfabeyi yok etme pahasına bir araya geldiklerini... Önce kelime, sonra duvarlara bakma, sonra başlangıç... Harry Mulisch adındaki yazar diyor ki, “Ben yazıyorum çünkü ne yazacağımı merak ediyorum”. Benimki de biraz böyle oluyor. Ben de bilmiyorum, göreceğiz bakalım diye yola çıkıyorum. Konuşarak varamayacağım noktalara yazarak varacağımı biliyorum.

“Türkçede yazılmış en iyi metinleri düşündüm, karşıma Oğuz Atay çıktı”

* Romanın bir noktasında üçüncü bir başrol oyuncusu giriyor, Oğuz Atay. Neden onu seçtiniz?

Türkçede yazılmış en iyi metinleri düşündüm, karşıma Oğuz Atay metinleri çıktı. O karakterde bir dönüm noktası olacaksa bu bir sanat eseriyle olmalıydı. Bir de Oğuz Atay kitapta var olmayan, adından bile bahsedilmeyen masumiyet ve iyilik fikri için orada.

* Masumiyet ve iyiliğin simgesi Oğuz Atay mı sizin için?

Metinleri öyle. Benim için onun metinleri kırılganlığı, masumiyet arayışını anlatıyor.

* Kendinizi akraba hissettiğiniz bir yazar mı?

Onun karakterlerindeki o kırılganlık, aşırı hassas olmak, açık yara gibi yaşamak benim de fark etmeden yazdığım şeyler... O açıdan tabii ki akraba. Ama dikey olarak uzak hissediyorum, olağanüstü yazmış biri. O kadar yüksekte ki dikey olarak çok uzaktayız.

Haberin Devamı

“Herkes sürekli iyilik ile kötülük arasında gidip geliyor”

* Romanın iki kahramanı Derda ve Derdâ dünyanın türlü kötülüğüyle karşılaştıklarında henüz 11 yaşındalar. Okuyanın canını daha çok acıtsın diye mi çocukları seçtiniz?

Ben aslında çocuklarla ilgili bir şeyler anlatmak istiyordum. Canımı en çok yakanlardan biri, çocukların ezilmesi ve sömürülmesi. Çünkü bir ihtimali daha yok etmiş oluyorsun. Ki biz o ihtimaller bütününe dünya nüfusu diyoruz. Romanı yazarken ana fikir, daha sahip oldukları bilgileri yan yana koysanız üç-beş sayfayı doldurabilecek yaştayken hayatın şiddetiyle karşılaşmaları yüzünden o ihtimallerin kaybolmasıydı.

* Sayfaları çevirirken hep şu cümle düşüyor insanın aklına: “İnsanlar ne kötü”. Buna mı inanıyorsunuz?

Bu hikayede böyle olmasını istedim. Bu kötülükle nasıl baş edilecek ve sonuçları ne olacak? Bu kadar kötülükten sonra iyilik arayışı nereye yönlenecek? Romanda kötülük, çocukların yolculuklarının rotası; yoksa benim genel olarak düşündüğüm bir şey değil. Yanılmıyorsam Nevzat Çelik’in bir cümlesi vardı: “Kötülük yapılan bir şey mi, olunan bir şey mi?” diye... Ben kötülüğün geçici olduğuna inanıyorum. Herkes anbean iyilikle kötülük arasında gidip geliyor.

“Bu çocuklar kitapta sözünü ettiğim sorunların ürünü”

* Romanda birer cümleyle bile olsa Kürt meselesi de var, örtünmek de, doğu-batı sorunu da...

Onlar bu hikayenin geçtiği coğrafyada, bu karakterlerin yaşadığı sorunlar. Zamana ve yere dair referanslar. Bu çocuklar sözünü ettiğim sorunların ürünü... O daha doğmadan bir silindir gelmeye başlamış ve doğduğu anda üzerinden geçmiş. 2 bin kilometre geriden gelmiş ve çocuğu ezeceğini bilmelerine rağmen kimse silindiri durdurmamış.

* Koruculuğa da eleştiriniz var; bir aşiretin koruculukla teröristlik arasında gidip geldiğini söylüyorsunuz.

Silahla, şiddetle fazla tanışık olmak bu. Şiddeti hayatta sıradan bir unsur olarak kabul etmek. İletişim için konuşmanın pek de gerekli bir araç olmadığına, güç dengesinin daha geçerli olduğuna inanmak zaten size her türlü hareketi yaptırabilir. Eğer bir kere baskının işe yaradığına inanırsanız, insan buna alışır ve artık konuşmaya gerek kalmaz.


“Öyle diyorlar ama yeraltı edebiyatı yapmıyorum”


* Sizin için Türkiye’de yeraltı edebiyatının bir temsilcisi deniyor. Benimsiyor musunuz bu tanımlamayı?

Hayır. Başından beri inatla böyle söyleniyor ama ben yazarları belli bir rafın altına sokmayı tamamen ticari bir uğraş olarak görüyorum. Yeraltı, İngiliz ve Amerikan edebiyatından gelen bir tanım. Yine ticari sebeplerle çıkmış. Aslında söylenmek istenen, isyan etme sektörü. Bu sektör çok iyi işler ama en nihayetinde bir sektördür. Kişisel gelişim gibi bu da kişisel parçalama sektörü... Halbuki yazar sayısı kadar tür var ama bunu tüketiciye anlatmak çok zor. Benim türüm Türkçe, o kadar...


“Enstrüman çalmaya 11 yaşında başladım, yeteneğimin olmadığını çok hızlı fark ettim”


* Dot Tiyatrosu ile işbirliğiniz nasıl başladı?

Oyunlarını izledikten sonra onların yaptığı gösteri biçiminin benim yazarak yapmaya çalıştığımla hemen hemen aynı olduğunu gördüm ve derhal bu işin bir parçası olmak istedim. Her şey öyle başladı. Ben hızla gelen, aniden çıkan bir gösteri hayal ederim hep. Dot bunu yıllardır yapıyor. Hemen yönetmen Murat Daltaban’la konuşup “Malafa”yı oyunlaştırdım.

* Dot’ta yaptığınız bir başka iş daha var. “Festen” oyununun künyesinde şarkı sözleri ve müzikte sizin isminizi görüyoruz.

Oyunun hazırlık aşamalarında Murat Daltaban bana “Müziklerle ilgili bir şey yapar mısın?” dedi. O cümlesini bitirmeden kabul ettim. Oyunda söylenen birkaç geleneksel Danimarka şarkısı vardı. Ruhlarını aynı tutarak Türkçe sözler yazdım, Uygur Yiğit ile birlikte melodiler bulduk.

* Müzikle nasıl bir ilişkiniz var?

Yazmaya 23 yaşında başladım ama müzik dinlemeye ve çalmaya çalışmaya çok daha erken, 11-12 yaşlarında başladım. Çok hızlı fark ettim ki bu konuda bir yeteneğim yok. Hayat beni bir dinleyici olarak kalmaya yönlendirdi.