Pazar Berlin Alexanderplatz

Berlin Alexanderplatz

25.12.2005 - 00:00 | Son Güncellenme:

Berlin'in ünlü meydanı Alexanderplatz artık tanınmayacak durumda. Kentin mitolojisinde önemli bir yer tutan meydanın adından başka her şeyi değişmiş

Berlin Alexanderplatz

SEYİR DEFTERİ Duvar yıkıldıktan sonra uzun süre kentin hemen her yeri, özellikle de Potsdamerplatz ve çevresi büyük bir şantiye halindeydi. Hâlâ da öyle sayılır. Burası da nicedir dev vinçlerin egemenliği altında. RDA (Demokratik Alman Cumhuriyeti) yöneticilerinin diplomatik kaygıları nedeniyle olmalı, alanın adından başka her şeyi değişmiş, değişmekte. Tek bir iz bile kalmamış Alfred Döblin'in romanında anlattıklarından, o insan kaynayan dumanlı kahvelerden, sokak kadınlarıyla gıcırtılı tramvaylardan, Franz Biberkopf'un arşınladığı sokaklardan. Ona "Alex!" diye hitap edebilmek isterdim, bir yakınımmış gibi ya da yıllardır görmemiş olsam da unutmadığım, arada bir anımsadığım bir dostummuş gibi. Oysa Çar Alexander'ın adını taşıyan Berlin'in bu en ünlü alanı tanınmayacak durumda. Nerede başlıyor, nerede bitiyor, hangi yapılar çiziyor sınırlarını belli değil. Döblin'in romanındaki kahramanlar, yazarın Weimar dönemi Berlin'inden devşirdiği portreler, burjuvazinin "aşağı tabaka" komünistlerin "lümpen proletarya" diye adlandırdığı işsiz güçsüz, cani, orospu takımı buralarda yaşamıyor artık. Çevrede Birleşik Almanya'nın sade vatandaşları, işinde gücünde insanlar kol geziyor. Bir de turistler. Aslında onlar buraya dek gelmiyor pek, Unter den Linden'de dolaşmayı, Friedrichstrasse'nin şık mağazalarından alışveriş etmeyi tercih ediyorlar. Burada görülmeye değer neredeyse hiçbir şey yok çünkü. Ama Alexanderplatz'ın Berlin mitolojisinde önemli bir yeri var. Bu, Döblin'in romanından kaynaklanmıyor yalnızca, savaştan sonra RDA'nın yakın tarihini belirleyen, rejimin olmasa da Komünist Parti yöneticilerinin değişmesine yol açan kitle hareketleri de buradan başlamış. Kızıl bayraklarla mavi gömleklerin dalgalandığı uluslararası gençlik festivalleri de, 4 Kasım 1989'da 500 bin kişinin katıldığı ve muhalif aydınların söz aldığı miting de burada yapılmış. Gerçekleştikten beş gün sonra RDA'nın tarih sahnesinden silinmesine yol açacak o mitingden bazı sloganlar anımsıyorum: "Tahrif ettiğin istatistiklerden başkasına güvenme!" ya da " Tramplen cambazları istifa!"... Bu alanın, ilki 20'nci yüzyılın en başında, öteki 1932'de çekilmiş iki siyah beyaz fotoğrafı var elimde. Aynı yer, aynı mekan değil sanki, birkaç yıl arayla çekilen bu fotoğraflarda bile iki ayrı dünya söz konusu. İlk fotoğraftaki kilisenin çan kulesi 30'lu yılların mimarisine bırakmış yerini, alanı çevreleyen yapılar da biçim değiştirip toplu konutlara dönüşmüş. İlk fotoğrafta karda yürüyen tek tük insanlar var, kadınlar kürk yakalı mantolarının içinde üşüyor gibi, erkekler şapkalı. Sabahattin Ali'nin "Kürk Mantolu Madonna"da anlattığı Berlin'deyiz. İkinci fotoğraf biraz daha farklı ama o da eski bir dönemi, bir daha geri gelmesi mümkün olmayan bir dünyayı yansıtıyor. Kavşakta yolcu indiren bir atlı tramvay bile var ikinci fotoğrafta. Kitle hareketleri Demek ki gelişen, çevre köylerin birleşmesiyle metropole dönüşmeye başlayan kentte atlı tramvaylar tümüyle yok olmamış. İki katlı otobüsler görünmüyor. Ya daha sonra "zuhur" edip homurtularıyla Berlin senfonisine katılacaklar ya da fotoğrafın karesine girmemişler. Belki bu fotoğraflar da Döblin'in ünlü romanını yazdığı Alexanderplatz'ı yansıtmaktan uzak ama alanın bugünkü durumu gerçekten içler acısı. Öyleyse Franz Biberkopf'un peşine takılıp eski Berlin'de olmasa bile "Berlin Alexanderplatz" romanının içinde dolaşabilirim. Romanda dolaşmak Alexanderplatz'a gelirken, Brandenburg Kapısı'nı ardımda bıraktan sonra, Berlin'in atan nabzını burada tutacağımı biliyordum. Solda, çatısına kızıl bayrak dikildikten sonra yıllarca kendi haline terk edilmiş, Berlin Duvarı'nın yıkılışının ardından eski işlevine -bu kez demokrasinin simgesi cam kubbesiyle- yeniden kavuşan Reichstag, Fransa Büyükelçiliği başta olmak üzere göz alıcı yeni yapılar, Doğu'ya her gelişimde hücreye benzeyen dar odalarında kaldığım Hôtel der Linden, sağda, bir zamanlar padişahın yaveriyken Atatürk'ün de kaldığı Adlon Oteli ve elbette geçmişin hayaletleri. Hitler, az ilerideki bunkerinde metresi Eva Braun ile önce evlenmiş sonra intihar etmişti. Goebbels de öyle, karısı, çocukları ve köpekleriyle. Daha doğrusu çocuklar ve köpekler intihar edemedikleri için zehirle öldürülmüşlerdi. Evet burada, gamalı haçların ve ıhlamur ağaçlarının gölgesinde, dünyanın sonunu haber veren yıkım günlerinde olup bitmişti her şey. Yıkım çalışmaları süren eski Cumhuriyet Sarayı'nın cephesinden RDA'nın simgesi (bir çekiç ve pergeli çevreleyen buğday çelengi, yani işçi-köylü-aydın devleti) sökülüp atılmıştı ama daha ileride, belediye binasının önündeki parkta Karl Marx ve Engels'in heykellerine dokunulmamıştı. Ne de olsa Alman kültürünün bir parçasıydı onlar, dev heykelleri kentin alanlarından kaldırılan Lenin gibi dışarıdan gelmiş bir put değil. Marx oturmuştu, Engels ayakta duruyordu. Kendilerine güvenleri tamdı ahbap çavuşların. "Biz haklıydık ya, değerimiz bilinmedi" der gibiydiler. Gidip Marx'ın kucağına oturmak geldi içimden. "Gençliğimizin tüm enerjisini çaldın, bir hırsızsın sen!" diye haykırmak geldi. Sonra da sarılıp yıllar boyu kaldığım öğrenci odalarının duvarlarını süsleyen geniş ve ferah alnından öpmek, gür sakallarını okşamak. Derken yağmur başladı, Alexanderplatz'a doğru uzaklaştım oradan. Alman kültürünün parçası