Pazar Berlin'de sonbahar

Berlin'de sonbahar

15.10.2006 - 00:00 | Son Güncellenme:

Berlin'de iki yıl önce kaldığım evin arka avlusunda bir ıhlamur ağacı vardı. Sonbaharda yapraklarını hemen dökmezdi. Yazın gölgesi çok serin olur, kokusu tüm sokağa yayılırdı. Ama kimse farkında değildi güzelliğinin. Evin arka avlusundaydı çünkü. Türkiye gibi

Berlinde sonbahar

SEYİR DEFTERİ Yıkım günlerinden bu yana çok şey değişmiş, eski yapıların yerine yenileri dikilmiş, duvarla birlikte koskoca bir dünya çökmüş ama yerine, çok geçmeden, yeni bir dünya kurulmuş, biz de İsmet Paşa'nın ünlü deyimiyle o dünyada yerimizi almıştık. Daha doğrusu almak üzereydik.Irmaklar, kanallar, göllerle beslenen bir yeşil cennetti Berlin, büyükelçimiz de kuşkusuz yalnızca bu nedenle değil ama olumlu siyasi gelişmelerin de etkisiyle iyimserdi. "Suyun olduğu yerde umut da vardır" diyordu. "Yine Galatasaray Lisesi'nden ağabeyimiz Çetin Altan'ın söylediği gibi 'enseyi karartmanın' alemi yok."Avrupa Birliği sürecinde epeyce yol almıştı Türkiye; yalnızca yol almakla kalmamış, müzakere tarihi de almıştı. Ve Berlin'de kederli değildi sonbahar, artık yakmayan güneş yaprakların arasından süzülüyor, geniş caddelere, kahve teraslarına, orman ve sulara vuruyor, içimizi ısıtıyordu. İki yıl önce Berlin'deyken Galatasaray Lisesi'nden ağabeyim, büyükelçi Mehmet Ali İrtemçelik telefonda "Bu kentin temelinde su var. Yeşil suyun işaretidir" demişti. Doğru, suyla, sularla çevriliydi Almanya'nın başkenti. Belki ağaçlar yavaştan yapraklarını dökmeye başlamıştı ama dallar hâlâ yemyeşildi. Gerçek yaprak dökümüne epeyce bir zaman vardı daha ve Galatasaray Lisesi'nden çok eski ağabeyimiz Nâzım Hikmet'in deyimiyle "güzel günler görecektik".Hava da erken kararmıyordu, henüz kararmıyordu. Kısalan günler önümüzde ya da çok ama çok ardımızda kalmıştı, erken günbatımları da.Ya şimdi? Şimdi Berlin'de, birleşik Almanya'nın, bir başka deyimle Avrupa Birliği'nin en büyük ülkesinde müzakere süreci olumlu ilerlese de, ülkemizin bir gün "Yaşlı Kıta"nın ayrılmaz, vazgeçilmez bir parçası, hatta lokomotifi olabileceğine kimse inanmıyor. İnanmamakta da haklılar. Son bir yıl içinde Avrupa'ya yaklaşacağımıza sanki uzaklaştık.Bir gemideyiz, evet. Güverteden yakın bir gelecekte ayak basmayı hayal ettiğimiz yeşil kıyıya bakıyoruz. Ne var ki, biz yol aldıkça, yakınlaşacağına uzaklaşıyor kıyı. Oysa limana demirlemek amacıyla geldik bunca yolu. Geldik ama Yahya Kemal'in "Sessiz Gemi"sindeki gibi, bizi karşılayan kimse yok. Demir aldığımızda da uğurlayan olmamıştı zaten.Bu kez, iki yıl önceki gibi uzun süre kalmak için gelmedim Berlin'e. Uluslararası bir ödülün, Ulysses Award For The Reportage'ın jürisindeydim. Her yıl röportaj dalında en güçlü, en kaliteli ve en cesur bulduğumuz üç röportaj kitabının yazarına 100 bin avro ödül veriyoruz. Bu yıl da 600 davetlinin katılımıyla gerçekleşen törende Ulysses ödülleri sahiplerini buldu.Ve aradan birkaç gün bile geçmeden hepimizi sarsan acı haberi aldık. Anna Politkovskaya evinde öldürülmüştü. Bu ad çoğunuza bir şey ifade etmeyebilir. Oysa Rus gazeteci Anna günümüzün en yetenekli, en verimli, kendi konusunda en bilgili ve doğruları yazmaktan çekinmeyen gazetecilerinden biriydi. Bizi karşılayan kimse yok Ona 2003 yılında, Çeçenistan savaşının acı gerçeklerini anlatan "Rusların Onursuzluğu" adlı kitabı için birincilik ödülünü vermiştik. Yalnızca savaşın getirdiği yıkımı anlatmakla kalmıyor, ülkesinin ulusal dava olarak kabul ettiği bir sorunun üzerine cesurca gidiyor, Rus ordusunun yaptığı katliamları, savaş zenginlerini, dönen dolapları eşsiz bir üslupla sergiliyordu.Kısa kesilmiş beyaz saçlarına rağmen genç bir kadındı. Boylu poslu, endamlıydı. İlk bakışta etkiliyordu insanı. Törenden sonra yemekte Anna Politkovskaya'nın yanına oturmuş, uzun süre sohbet etmiş, Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğini tartışmıştım.Putin'in kara belası, Novaya Gazeta okurları için neredeyse bir ilaheydi. Onun öldürülmesi yalnızca Rusya için değil, gazetecilik mesleği için de büyük kayıp. Bir yakınım, birlikte çalıştığım bir dostum öldürülmüş gibi üzgünüm.Berlin'e geliş nedenime, ülkemizde adı sanı pek bilinmeyen, oysa Avrupa'nın en önemli röportaj ödülü olan Ulysses Award'a döneyim yine. Bu yıl, ne yazık ki Türkiye'den gösterdiğim aday, hak etmesine karşın, jürinin neo-liberal eğilimi yüzünden finale kalamadı.Ve ödülleri yine yaygın Avrupa dillerinde yazan bir yazar kazandı. Türkiye gerçek anlamda Avrupalı sayılmıyordu çünkü, toplantılarda yapılan tartışmalardan özetle bu sonucu çıkardığımı üzülerek belirtmeliyim.İki yıl önce kaldığım evin arka avlusunda bir ıhlamur ağacı vardı. Çok güzeldi, sonbaharda yapraklarını hemen dökmezdi. Berlin'in en şık caddesi Unter den Linden'deki ıhlamur ağaçlarından daha yüksek, çok daha görkemliydi. Yazın gölgesi de çok serin olur, yapraklarından gelen ıhlamur kokusu tüm sokağa yayılırdı. Ne var ki, kimse farkında değildi güzelliğinin. Evin arka avlusundaydı çünkü. Türkiye gibi. Büyük bir kayıp