Pazar Bir büyük otel lokantasında yemek niyetine kazık yedik

Bir büyük otel lokantasında yemek niyetine kazık yedik

07.10.2001 - 00:00 | Son Güncellenme:

15 yıldır lokanta yazısı yazıyorum. Genelde beğenmediğim lokantalardan söz etmem. Az sayıdaki lokantayı da ibreti alem için yazarım

Bir büyük otel lokantasında yemek niyetine kazık yedik

Bir büyük otel lokantasında yemek niyetine kazık yedik

15 yıldır lokanta yazısı yazıyorum. Genelde beğenmediğim lokantalardan söz etmem. Az sayıdaki lokantayı da ibreti alem için yazarım

Ankara’ya uzun süredir gitmiyorum. Ankara’daki lokantaları bilmiyorum. Hafta başı Ankara’da idim. Değer verdiğim altı kişiyi pazartesi akşamı yemeğe çağırdım. Nereye gideriz diyerek sağa sola sordum. Sorduklarım "Hiltonsa’nın Marco Polo lokantasına götür. Ankara’nın en ‘havalı’ lokantasıdır" dediler.
Değer verdiğim misafirlerim TBMM’nin "açılış resepsiyonuna" katılacaklar ve saat 21.00 dolayında yemeğe gelebilecekler.
Telefonla yer ayırtmak yerine lokantaya giderek kendim konuşayım dedim. Akşam üzeri Marco Polo’ya uğradım. Sorumlu kişiye, yemeğe önem verdiğimi, gelecek kişilerin resepsiyon nedeniyle geç gelebileceklerini, resepsiyonda bir şeyler yiyip içecekleri için lokantada çok şey yiyip içemeyeceklerini, bunun için hafif bir şeyler istediğimizi, özel ilgi beklediğimi anlattım.
Görevli, "Tamam efendim" dedi. "Otel müdürümüz Martin Voskamp Chain des Rotisseurs üyesi ‘gurme’ bir kişi. Mutfak şefimiz, aşçı başımız Wolfgang Gödl Avrupa’nın tanınmış aşçısı... Daha ne olsun?" Bu açıklamalardan cesaretlendim, "Aşçı başına lütfen ricamı iletiniz. Değer verdiğim misafirler için şöyle hafif bir şeyler hazırlasın... Ne olsa kabulümüz..." dedim. Gönül rahatlığı ile lokantadan ayrıldım.
Akşam saat 21.00’den sonra misafirlerimiz TBMM’deki resepsiyondan lokantaya geldi. Yuvarlak bir masanın etrafına sekiz kişi sıralandık. Dört hanım. Dört bey.
Bizden başka salonda üç masada daha misafir var. Diğer masalar boş. Salonun boş servis elemanı sayısının fazla olmasına rağmen, bizim masa ile sadece bir servis elemanı ilgileniyor.
Mönüleri dağıtmaya başladı... "Ben daha önce gelmiş, ricada bulunmuştum. Şef hafif bir şeyler hazırlayacaktı..." diyecek oldum, servis görevlisi, "Bugün şef yok" dedi. "Bugün sabahtan beri uğramadı. Dışarıda işi vardı..." "İyi de bizim yemekleri kim hazırlayacak?" sorusuna gerçekçi cevabı aldım, "Mutfakta çalışanlar var... Aç kalmazsınız!.."
Orada servis görevlisi ile münakaşa mı edeyim. "Ey arkadaş ben buraya aç kaldığım için gelmedim. Ben köfte ekmek ile de karnımı doyururum. Buraya bir başka nedenle geldim. Misafirlerimle iyi bir ortamda, farklı şeyler ikram ederek sohbet etmek istiyorum. Onun için bu lokantayı tercih ettim..." diyerek herkesin yanında tartışma mı çıkarayım. Sustum.
Misafirler listeden hafif bir şeyler seçmek istedi... Üç kişi fırında kuzu sırtı, bir misafir levrek, dört kişi de masa yanında kesilmiş dilimlenmiş füme somon balığı ısmarladı. Salata isteyen, ön yemek, arka yemek isteyen olmadı.
Servis görevlisi "ne içileceğini" sordu. Dört hanım bir şişe Kavaklıdere kırmızı şarap, dört erkek de birer kadeh rakı tercih etti. Servis görevlisi şarabı tattırmadan hanımların bardağına boca etti. Ama en ilginci, Yeni Rakı şişesini dibinden kavrayarak misafirlerin önünde rakı bardaklarına rakı doldurması idi. Hasan Pulur’un İstanbul’da Nevizade’deki sokak meyhanesinde, müşteriden bunalan servis görevlisi bile bu işi daha iyi yapardı. Rakıyı küçük bir sürahiye doldurup masaya getirirdi. Ne ise içki servisi tamamlandı. Yemekler masaya getirildi. Mönüde taze dilimleneceği belirtilen füme somon balıkları, naylon torbada ithal edilen en ucuzundan ve durmaktan gevşemiş rengi pembeden kahverengiye dönmüş somonlardı. Mutfakta kim var ise (şef yok imiş onu öğrenmiş bulunuyoruz!) paketin içinden somonları avuçlayıp, tabağın ortasına oturtmuş. Üzerine iki kapari, bir demet dereotuyu, yanına bir yeşil yaprak koyarak masaya yollamış. Yanımdaki hanımın yarım parça, avuç içi kadar büyüklükteki levreği "İskenderun-Ankara yolculuğu ve Ankara’daki uzun istirahati" nedeniyle yorgun mu yorgundu. Öte yanımdaki hanım üç kuzu diliminin birini yedi, ikisine dokunmadı... Baktım, çavdar ekmeğine tereyağı sürüyor, üzerine tuz ekerek, şarabına katık ediyor.
Misafirler olgun kişiler... "Zaten resepsiyonda bir şeyler yemiştik... Onun için yiyemiyoruz" diyerek beni teselliye çalışıyor. Israrım ile misafirler birer küçük dilim erikli tart (pasta) yedi. Pastalar da bir gün önceden kalma olsa gerek "baygın" durumda idi. Sıra geldi kahve ve çaya... Koskoca otelin koskoca lokantasında çay olarak masaya içinde ılınmış su olan bir porselen fincan ile fincan tabağında poşet (daldırma) bir çay paketi getirdiler. Başkalarının kahvesinin nasıl olduğunu soramadım.
Bütün bu macera işin "tiyatro yanı"... Allah’tan biz oraya sohbete gitmişiz. Sohbet o kadar renkli ve yararlı idi ki... Yemeğin olumsuz yanları öne çıkmadı... Amma ve lakin... Fatura gelince "sarsılmadım" diyemem!.. Dört yüz milyon liralık bir fatura geldi. Ankara’nın anlı şanlı otelinin, an şanlı lokantasında yemek niyetine kazık yemek beni çok üzdü.
Sayın okuyucularım, yaklaşık on beş yıldır lokanta yazısı yazıyorum. Genelde beğenmediğim lokantalardan hiç söz etmem. Gidilebilecek, tavsiye edilebilecek lokantaları yazarım... Çok az sayıda lokantayı "ibret-i alem" için eleştiren yazım yayınlandı. O lokantalar da bir yazı ile sarsılmayacak, arkalarında güçlü müesseseler olan, yönetenlerin düzeltme şansı olan lokantalardı.
Hilton oteller zinciri de uluslararası bir otel grubu. Türkiye’de çok sayıda oteli işletiyor. Ankara Hiltonsa, Ankara’nın önemli bir oteli. Müdürü yabancı, mutfak şefi yabancı... Hilton otellerinin bütün dünyada bir servis ve mutfak kalitesi var... Ankara’da Hiltonsa otelinde sorumlular müşteriye "yemek yerine kazık yedirir" ve de müşteri sesini çıkarmaz ise, suç kimde olur?




PAZAR