Pazar Birileri bizi ütüyor

Birileri bizi ütüyor

22.02.1998 - 00:00 | Son Güncellenme:

Birileri bizi ütüyor

Birileri bizi ütüyor
22-28 Şubat 1998
Zafer ARAPKİRLİ

Soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelenlerimizin haklarına, oldum olası kafayı takmışımdır. Öyle, feminci filan olduğumdan değil, Nisa Suresi'nin hükümlerinden tutun da, şimdilerde "Karı" değil "kadın" yapalım şeklinde komik biçimde rötuşlanan Medeni Kanun'a kadar analarımızın, bacılarımızın ve kızlarımızın durumundan hep rahatsız olmuşumdur. Erkek egemen toplumumuzda elleri hamurlu bireylerin nasıl muamele gördükleri malumdur.
Daha geçenlerde caminin avlusuna bile sokulmak istenmeyen, "namazda önümüzde durmayın, sonra ne olur ne olmaz.." gibi hayvani bir mantıkla ibadetten bile dışlanmalarını ibretle izlemiştik. Kafamda her şey billur ve netti... Taa ki..
Türkiye'nin yaşadığı en büyük reformlardan biri olarak takdim edilen ve Sayın Cumhurbaşkanımız'ın geçen hafta "hayırlı bir hukuk dışılık, hayırlı bir de facto" diye sunduğu televizyon devrimi gerçekleşene kadar..
Önce Fadime Hanımefendi'yi gördük ekranlarda. Entel reklamcıların C - D - E kategorisine giren bir bacımızdı. TV stüdyolarını yerle bir ederek, ekranları gözyaşına boğdu. Mahkeme koridorlarında, en mahrem anılarını en ince ayrıntısına kadar anlattı ve merhamet istedi toplumdan. Ardından anılarını yazdı. Sonra bir güzel açıldı, bir anlamda "aslına döndü".
Aferin dedik. Ama bunca şamataya ne lüzum vardı diye de merak ettik. Sonra, Kalkancı'nın öteki kurbanı, bu kez toplumun kategori olarak A - B sınıfından Emire Hanımefendi geldi sofralarımıza (pardon ekranlarımıza).. Önce Burberry's örtülü, sonra maaşallah saçı başı meydanda çıkıp, o da bir ağlama faslı geçirdi. Ratingler o biçim.. Ağızların suları şakır şukur.. Ekranlar şen..
O'na da koca bir aferin çektik ama.. Hala farkında değildik olayın. Kumkapılı Zeynep Hanımefendi'deydi sıra.. (O'nun kategorisi'ne girmeyelim şimdi). Cinayet işleyene ne denirse, ondan.. Sonraları "zina"sal durumlarda basıldı. Günlerce, bilmemneresinde kimin spermi vardı diye tartıştık. İçeri girdi çıktı, ağladı, bağırdı.. Sonunda soyundu, şakıdı ve muradımıza erdik.. O'nu da sofranın bir köşesindeki tabağa özenle yerleştirdik.
Hala anlayamamıştık neler döndüğünü.. Gülten Hanımefendi, ki biraz o da Fadime'nin kategorisindeydi galiba, kenarda başı örtülü biçimde ağlamasıyla pek dikkat çekmemişti. Mağdureydi. Kocası öldürülmüş, katile lanet okuyan, "çocuklarının anası"ydı.. O da kabak çiçeği rolüne soyunuvermişti.. Kırmızı sutyen ayakları, kapalı gözlerle "Aahh! Oooh!" diye inleyen pozlar filan..
Bi dakka yahu! Birileri bizi ütüyordu galiba?
Bir banka soygunu olmasaydı, Hülya Hanımefendi'yi unutmuştuk neredeyse.. Kategorisi mi? (Başlatmayın şimdi kategorinize...) Oturun ve dinleyin:
Neymiş? "Çocuğumun Hüseyin'den olduğunu ona keşke söyleseydim..." Bize ne? Söyleseydin.. Madem kocan biliyordu, sen biliyordun. Eh, herhalde rahmetli de biliyordu.. Daha ne kalmıştı bacım? Bir Arena seyircisi mi yanıp tutuşuyordu bunu öğrenmek için?
Yok abi.. Kesin, bizi birileri mandepsiye getiriyordu.. Tam bunları unutup körfez mörfez, Susurluk musurluk, enflasyon menflasyon işlerine dalacaktık...
Medya kadrolu ünlü hanımlarımızdan (kategorisini soranı vururum!) Dilek Hanımefendi (siz onu Kurye diye tanırsınız) tekrar çıkıverdi ortaya.. İki dirhem bir çekirdek, bir giriverdi ki duruşma salonuna, ortalık birbirine girmişti. Mübaşir bile ismini okurken "Dirye Kulek" diyecekti neredeyse..
Kadınlarımız eziliyor muydu? Eziyor muydu? Yoksa bizimle kafa mı buluyorlardı? Benim kafam almıyordu. Ben mi kalın kafalıydım? Yoksa, soframızdaki yeri konusunda, şair yanılmış mıydı? Bilen varsa beri gelsin..

email : zarapkir@milliyet.com.tr
faks : 0212 - 505 6236