Pazar “Bu bir devlet ödülü değil, yazıdan anlayanların ödülü!”

“Bu bir devlet ödülü değil, yazıdan anlayanların ödülü!”

04.01.2009 - 01:00 | Son Güncellenme:

Aslında zor değildir Çetin Altan’la söyleşi yapmak. Sorularınıza uzun ve şiirli cevaplar verir; hiç öyle ekonomik konuşmaz. Değil bir sayfa, isterseniz sekiz sayfalık özel ek bile yapabilirsiniz...

“Bu bir devlet ödülü değil, yazıdan anlayanların ödülü”

Üstelik son derece zariftir. Size kendinizi değerli hissettirir. Bir sürü de şey öğrenirsiniz.
Bundan önce Milliyet’in kültür sanat sayfasına ve Milliyet Sanat dergisine yaptığım üç söyleşide durum böyleydi. Hayran gidip, hayranlığım katlanarak ayrıldım yanından her defasında. Bu kez de öyle oldu ama epeyce “dayak yediğimi” de itiraf etmeliyim.
Her şey Altan’a hafta sonu ekine gidecek, “sevimli” olduğunu düşündüğüm sorular sormamla başladı. “Bunlar edebiyatla, sanatla ilgisi olmayan sorular...” diyerek tepkisini gösterdi hemen. “Ama işte pazar söyleşisi, ık mık” dedimse de dinletemedim: “Sen iyi yazarsan okurlar...”
Israr ettim. “Bu konuşmalar Türkiye’nin gündeminde olmayan konuşmalar evladım” diyerek kibarca bozdu beni yine: “Niye inatlaşıyorsun; bunları soracağına ‘Büyük Gözaltı’yı niye yazdın diye sor, niye avukatlık yapmadın?”
Bir de “Oscar Wilde’la röportaj yapsaydın da görseydin gününü” demez mi? Kendisiyle söyleşi yapmak az şeymiş gibi...
Yine de, şefkati esirgemedi benden. Sarılıp fotoğraf bile çektirdi. Giderken kapıya kadar geçirdi. Dev bir yazı adamı beni terslemiş biraz. Ama ne gam. Canımı yakan Çetin Altan olsun: “Yüz yıl yanarım yanmayı öğrendimse...”


Çetin Altan’ı en son ne heyecanlandırdı?
Dün evde 23 kişi vardı. Çocuklarım Ahmet Altan, Mehmet Altan, Zeynep Bakan, kız kardeşim Gülderen Alpagut, kocası Ercan Alpagut, torunum Sanem Altan... Sanem’in bebeği de geldi; Leyla. Ahmet Altan dede olmuş... Leyla’yla tanışamayacağımızı düşünerek heyecanlandım. Beni görünce korktu.

İlk defa mı gördünüz birbirinizi?
Hayır. Doğduğu zaman da gördüm tabii. Ama toplasan beş saat değil...

Niye onunla tanışamayacağınızı düşündünüz ki?
E o 1,5 yaşında, ben 82 yaşındayım.

Ne olmuş?
“Gelen gideni görmez, iki kapılı handır bu” diye 1280 senesinde Yunus’un yazdığı bir şiir var.

“Az yaşamış insanlar uzun yaşamak ister”

İyi de, 90-95 yaşına kadar yaşamayacağınızı nereden biliyoruz?
Ha şudur hikaye: “Az” yaşamış insanlar, uzun yaşamak ister. Niye Koestler intihar etti? Hemingway intihar ettiğinde, ben Amerika’daydım, 62 yaşındaydı. Maupassant geçen yüzyıl intihar etti. Mayakovski, Yesenin intihar etti. Kawabata, Nobel’i alan ilk Japon yazar, intihar etti. Niye?

Hem “çok” hem uzun yaşamak mümkün değil mi?
Şöyle koyalım meseleyi. İyi yaşamak nedir mesela? Kötü yaşamak nedir? Buradan baktığımızda edebiyata giriyoruz çünkü... Yeryüzünde bir kere şampanya içersen anısını unutamazsın. Benim annem bir kere gitti Cumhuriyet Bayramı balosuna, bir ömür anlattı. Hafıza kötü şeyleri tutar. Yangın çıkmış bir yılbaşını unutamazsın. Bir daha olmasın diyedir. Peki iyi şeyi niye saklar hafıza? Az ise saklar, çok olsa saklar mı?

Siz 82 yaşında olduğunuz için “çok” yaşamış biri değilsiniz ki; 62 yaşındayken de aynı “çokluk” vardı...
Bak, ben bir kere gelmişim yeryüzüne. 8 yaşındayken beni yatılı bir okula bırakmışlar. Annem babam Ankara’da olduğu için, orada görmüşüm ben annelerin çocuklarına nasıl sarıldığını... Bana kimse gelmiyor; cumartesi-pazar da mektepte kalıyorum. Küçük yaşta çocukların içine sevilmedikleri fikri düştüğü vakit, bilinçsiz olarak beğenilmek isterler. Ben bunu 70 yaşında keşfettim, Daudet’nin, Dickens’in, Gorki’nin biyografilerine bakarken...


“Bu bir devlet ödülü değil, yazıdan anlayanların ödülü”



“90 yaşına kadar yaşamanın bedelini ödemek istemem”

Diyorsunuz ki “Anneleri tarafından sevilmeyen çocuklar, yazıyla çiziyle uğraşır”...
Beğenilmek istiyorlar çünkü. Ama aynı zamanda bir de kompleksleri oluyor. Beni nasılsa kimse sevmez diye...

Soruma geri dönüyorum. 90-95 yaşınıza kadar yaşamayacağınızı kim biliyor?
Hayatım, 90 yaşına kadar yaşamanın bedelini ödemek istemem bir kere. Şu evin içinde gördüğün merdiveni ancak çıkabiliyorum ben. Yerden 50 metre yüksekte bu daire. Eğer asansör çalışmazsa, nerede kalacağımı düşünüyorum.

Var mı böyle “enseyi karartmak”?
Enseyi karartmak meselesi değil bu. Bir kere ölüm o kadar korkunç değil. Onun için mezar taşlarının çok mizahi olanları vardır Türkiye mezarlıklarında: “O da bir zamanlar Süleyman idi / Ateşe rüzgara hükümran idi / Sanmayın ki Sultan Süleyman idi / Tophane’de ateşçi Süleyman idi”.

“Mezar taşımı düşündüm: ‘Yarın ne yazalım?”

Kendi mezar taşınıza yazılmasını istediğiniz herhangi bir şey var mı?
Evet: “Yarın ne yazalım?”

Biri şimdi size “Haydi” dese, hiç itiraz etmeden gider misiniz?
Ölümün en büyük ceza olmasının nedeni nedir? Çünkü insanların her birinin içinde bir gün kaybolacağının tümörü vardır. Bunu unutmak isterler. O zaman mutluluğun ve başarının tarifini yapmak gerekir. Mutluluk zamanı unutmak demektir. Mutlulukla başarı yan yana gelmez. Başarı, ahlaklı olduğun için değil, ihtiyacın olmadığı için yalan söylemeyecek düzeye gelmektir. Niye hapishaneye koyarlar insanları? Zamanı unutmasın diye. Bunu bilen adam da yazar olur.


“Ödülü duyunca şaşırdım. Şimdi ben neyim?”
2008 Yılı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nün size verildiğini öğrenince ne hissettiniz?
Şaşırdım sadece. 304 ağır ceza mahkemesinden geçmişim ben. Şaşırmam biraz da şundan: Bir yanda iltifatlar, bu ödül... Bir yandan sabıkalı mıyım, vatan haini miyim? Şimdi ben neyim?

Peki devletin bir kurumunun size ödül vermesini nasıl yorumladınız?
Yazar dediğin 100 yılda bir gelir. Bir çınar ağacı ki 600 sene yaşar; bir yazar, bir çınar ağacı kadar olmamalı mıdır eserleriyle? Şimdi bunu değerlendirmeye çalışırken, ödüle de değiniyorsun. Demek ki yazının tadına varabilmiş arkadaşlar, dostlar o ödülü vermişler. Bu bir devlet ödülü falan değil, anlayanların ödülüdür
o vakit. Devlet diye bir insan yok.

1996’da “Düşünceye Özgürlük” kitabında yer alan yazısı nedeniyle bölücülük yaptığı iddiasıyla Yaşar Kemal
1 yıl 8 ay hapse mahkum edildi. Aynı yıl “Devlet çete olmaktan çıksın” dediğiniz için sizin hakkınızda dava açıldı. Yıl 2008; Yaşar Kemal’e Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülü, size de Kültür Bakanlığı tarafından 2008 Kültür Sanat Büyük Ödülü veriliyor... Bu bir tesadüf mü?

Yarın da bakarsın yine aynı şey olmuş... Kaç defa geldi başımıza bunlar. Ama enteresan tabii... Bizim bürokrasimiz, siyasetçilerimiz kendi edebiyatını bilmez. Onun için şaşırdım biraz da. Demek ki yazıyı sevenler varmış dediğim o. Ben yazıya layık olmaya çalıştım hep. Yazar, siyasetin propagandasını yapsın isterler. Ben
23 yaşındayken siyah bir arabayla Savunma Bakanlığı’na götürüldüm. Henüz askerliğimi yapmamıştım. Çünkü Ahmet’le Mehmet var. Kim bakacak onlara? Kimse düşünmüyor. Vatanı düşün. Vatanı düşün deyince ekmek vermiyor fırıncı. Bir amiraldi karşımdaki müsteşar, sonra onunla dost olduk. Bana “Sen Türk müsün?” dedi. Ben de “Evet” dedim. “Bir Türk bunu yazmaz” dedi. Amiral mi karar verir Türkün neyi yazıp neyi yazmayacağına? Ondan sonra konjonktür değişti diyorlar. 93 bin kişinin Sarıkamış’ta donduğunu yazdığın zaman vatan haini oluyorsun. Gerçeği söylediğin zaman, zamana dayanabilirsin. O zaman, resmi bir ödül aldığında şaşırmaz mısın?

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Yaşar Kemal’e ödülünü vermeden önce yaptığı konuşmada sanatçılardan özür diledi devlet adına. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Ergenekon davası bitmedi daha... Hüseyin Cahit’i 82 yaşında, ben götürdüm hapishaneye... Türkiye’de fazla bir şey değişmez diyenler de olmuştur, eski yazarlardan. Bir anda, eski bir şey daha gelir, şaşırır kalırsınız. Hikaye, Türkiye yeryüzündeki 21’inci yüzyıla ne zaman uyum sağlayacak meselesidir.


“Karım için canımı vermiyorsam hayatın anlamı var mı?”
“Bu bir devlet ödülü değil, yazıdan anlayanların ödülü”
Hep biraz çılgın bir Çetin Altan imajı vardır kafamızda. O en deli zamanlarınızda olsaydınız bugün neler yapardınız? Sen 20’nci yüzyıllı bir adamsın ama çevren değil. Ben yeryüzü ölçüsünde konuşuyorum. Türkiye’nin ölçüsü o: Çılgın bu adam... Doğruyu söyleyince çılgın mı olunuyor?

“Kadın kompleksi vardır bende. Beni kim götürür diye bakardım”

Şöyle sorayım: Bugün 35-40 yaşlarında olsaydınız? Gazeteci ve “çapkın bir erkek” olarak?
Bir kere çapkın bir erkek değilimdir ben. Kadın kompleksi vardır bende. Beni kim götürür diye bakardım. Dedim ya sevilmemiş çocuklar beğenilmek ister diye...

Biz sizi hiç öyle bilmiyoruz ama...
Ama paparazzilik yapıyorsun şimdi...

Eski resimlerdeki Çetin Altan son derece yakışıklı. Hâlâ öyle tabii. Ayrıca da bir sürü sevgiliniz olmuş.
Peki yazı nasıl oldu aynı zamanda?

Niye? İkisi bir arada olamaz mı?
Olamaz. Yetmez enerjin. Ayrıca leyli mektepte okudum ben 10 sene... Sen o öğrencinin psikolojisini bilir misin?

Öyle ne leyli mektep mezunu erkekler var... Hem bir sürü sevgilileri oluyor hem de nasıl can yakıyorlar...
İnsanlar ikiye ayrılır. Ansiklopedilere girenler, mezarlıklara girenler... Siz hangisine rastladınız? Don Juan psikolojisi: Bir erkeğin erkekliği 5 bindir. 5 bini, 1000 kadın arasında mı dağıtacaksın, üç kadın arasında mı? Sevilmemiş erkekler zamparalık ederler. Seven kadın bırakmaz çünkü.

Şakir Eczacıbaşı’nın doğum günü partisinde eşiniz Solmaz Kâmuran size “Bir tane sigara verir misin?” diye sordu. Kulaklarımla duydum, siz de ona “Senin için canımı bile veririm” dediniz...
O benim karım yahu... Türkiye’de evlilik var mı yok mu? Birisi Urfa’dan diğeri Rize’den gelme iki insan, büyükanneleri de büyükbabaları da parkta el ele dolaşmamış. Nasıl olacak yani? Kadının bu kadar küfür aracı olarak kullanıldığı başka bir ülke var mı yeryüzünde? Sonra, saçı uzun aklı kısa, eksik etek, kızını dövmeyen dizini döver... Niye bu kadar çok hakaret? Kentli değiller bir kere. Kadınlı erkekli şarap içmiş değiller. Ayrıca, karım benim öteki yarım. Onun için canımı vermiyorsam hayatın anlamı mı var?

“Bir yazı adamı dedikodu yapmaya başlıyorsa, yazar değildir”
Ahmet Hakan, ödülünüzü kutladığı yazısında sizi “köşe yazarı adı verilen tuhaf mahlukların babası” ilan etti. Babaya, oğullarını ve kızlarını sorsam? Hangilerini severek okursunuz mesela?
Hangisi 100 sene sonra kalacaksa dostlarımdır, 100 sene sonra buluşuruz hepsiyle... Şunun yazılarını beğenirim, bunun yazılarını severim demek çok ayıp bir şeydir.

Peki ailedeki gazeteciler? Oğullarınızdan biri yayın yönetmeni, diğeri başyazar. Bir torun spor müdürü, öteki ünlü bir röportajcı... Onların karnesi nasıl Çetin Altan’ın gözünde?
Bu da çok ayıp; bir insanın kalkıp başka bir insan hakkında karar vermesi. Sen de kimsin demezler mi adama? Yazıya zaman karar verir.

Niye, şimdi Ahmet Altan’ın gazetesi hakkında ne düşünüyorsunuz diye sorsam ayıp mı olur?
Soramazsın. İnsan oğlunu ya övecektir ya sövecektir. Böyle şey mi olur? Oğullarım onlar, benim parçalarım; benim onlar, yani onlar da ben... Ayrıca benim dostlarımdır ikisi de... Dedikodu olur. Bir yazı adamı dedikodu yapmaya başlıyorsa, yazar değildir o... Ailesiyle övünmez insan. Bir kere övünme ihtiyacı nereden gelir insana? Bana kim geliyorsa “Çetin bey, işte ben bunu yapmazdım” diyor. Kimse demiyor ki “Benim ayağım kokar, aldığım parayı geri vermem...

İnsan niye ailesiyle övünür?
Ezik insanlar ailesiyle övünür. “Ben sıradan biri değilim” anlamına gelir.
Ayıp değil mi?