Pazar “Bu ‘Yeni İstanbul’u ahir ömrümde bir daha görür müyüm?”

“Bu ‘Yeni İstanbul’u ahir ömrümde bir daha görür müyüm?”

19.10.2008 - 01:00 | Son Güncellenme:

Selim İleri’nin İstanbul üzerine yazdığı altıncı kitabı çıktı. Hep eski İstanbul’u anlatan İleri ile bir değişiklik yapıp yeni İstanbul’u gezdik. Dört durağımız vardı bu gezide: İstinyepark, Küçük Armutlu, Autoshow ve It’s a Joke...

“Bu ‘Yeni İstanbul’u ahir ömrümde bir daha görür müyüm”

Çağdaş Türk edebiyatının kalemi en bereketli yazarlarından Selim İleri’nin yeni kitabı “İstanbul’un Tramvayları Dan Dan!..” önceki gün çıktı. Bu, İleri’nin İstanbul üzerine yazdığı altıncı kitabı... Boğaziçi’ni, Beyoğlu’nu, Adalar’ı her zamanki gibi geçmişe uzanarak, zaman zaman okuduklarını zaman zaman dinlediklerini aktararak anlatıyor. Kitapta Şevket Dağ’ın, İbrahim Çallı’nın, Hikmet Onat’ın ve başka ressamların İstanbul resimleri de var.
Okurken bir yandan da düşünüyorum; İstanbul hep geçmişiyle yer buluyor kitap sayfalarında. Bir de bugünkü, “yeni İstanbul” diyebileceğimiz bir kent var. Yeni semtler, yeni alışkanlıklar, yeni mekanlar, yeni trendler... Onlar da bir gün anlatılacak mı?
Binsek bir arabaya, oralara gitsek Selim İleri ile... Ne düşünür acaba? Anlattığımda o da beğeniyor bu fikri ve birlikte dolaşmaya karar veriyoruz yeni İstanbul’u...
Buluşma noktamız Nişantaşı... Şişli’de oturmasına rağmen, yanı başındaki bu semte iki-üç yıldır gelmemiş meğer. Foto muhabirimiz Ercan Arslan’ı beklerken Teşvikiye Camii’nin köşesindeki kafelerden birine oturuyoruz. “Yeni İstanbul” alışkanlıkları burada başlıyor zaten. Selim bey kaldırımın üzerinde, üstelik de cenazeye karşı yemek yenmesini çok yadırgıyor. Tam o sırada Ercan geliyor ve arabaya binip ilk durağımız İstinyepark’a doğru yol alıyoruz.

“Gezi’de evde okuduğumdan daha iyi kitap okuyorum”
Trafikte dura kalka yol alırken konuşmaya başlıyoruz. Bunca keşmekeşe, çirkin yapılaşmaya, bitmek bilmeyen inşaatlara rağmen “İstanbul hâlâ sevdiğim tek şehir” diyecek kadar tutkun buraya İleri: “Hâlâ bir köşesinde size mucizevi güzellikler sunabilen bir şehir. Ben de geçmiş zamanı çok seven biri olduğum için İstanbul’a zaafım var.”
Selim İleri’nin yazdığı İstanbul kitaplarda. Yazmadığının bir bölümünü de birlikte dolaşıyoruz. Peki Selim İleri’nin yaşadığı İstanbul neresi?
Öncelikle evinin bulunduğu Şişli... Sonra Beyoğlu, Yedikule, Samatya, Sultanahmet. Her iki yakasıyla Boğaziçi; doğup büyüdüğü, akrabalarının, çocukluk arkadaşlarının bulunduğu Kadıköy...
Hâlâ Yeşil Ev’in bahçesini pek çok mekana tercih ediyor. Bir de Gezi Pastanesi’ni. Hatta Gezi’nin evden daha iyi kitap okunduğu bir yer olduğunu söylüyor: “Tuhaf bir şey. Sessizlikte okumak dururken neden orada daha iyi oluyor, bilmiyorum. Gezi’ye gittiğim vakit başkalarına röntgenci davranmayayım diye kitaba röntgenci davranıyorum, belki ondandır.”

“Elektrikli daktilonun sesi yüzünden arkadan bıçaklanacağımı sandım”
Ama yazdığı yer sadece ve sadece evi... Hem de daktiloyla. Şerit bulmak, tamir ettirmek git gide zorlaşsa da... Tıpkı eski İstanbul’a sadakati gibi eski daktilosuna da sadık. Üstelik bu konuda inatçı değil, yeni olanı deniyor.
Örneğin bir bilgisayar almış kendine. Sonuç? “Bilgisayarın karşısında bütün kafam boşalıyor, hiçbir istek kalmıyor içimde. Çok önemli bir şey yazmışım gibi, bir harfi beş saat seyrede seyrede baktım ki olmayacak, vazgeçtim. Elektrikli daktiloyu da denedim. Onun da ‘cız, cız, cız’ diye bir sesi var. Hep arkadan bıçaklanacağım duygusu geldi, yapamadım.
O vakit polisiye romana geçmem gerekecekti!”

“Orhan Veli yaşasaydı...”
Yolda giderken yeni İstanbul’un edebiyata yansımasını da konuşuyoruz. “Resim de artık yavaş yavaş İstanbul’dan el ayak çekmeye başladı” diyor, “Edebiyat el ayak çekti diyemeyiz ama eski mekanlar üzerine kuruluyor yapıtlar. Mesela İstanbul şiirleri... Şiirin az buçuk yanından geçmiş herkes Orhan Veli’nin ‘İstanbul’u Dinliyorum’ şiirini biliyor. Ama bugün artık öyle bir şiir yazılamıyor, şehir o duyguyu vermiyor. Orhan Veli bugün yaşasa, belki gözlerini bu çirkinlikleri görmemek için kapatacaktı.”
Yaklaşık yedi saatte ancak dört yere gidebildikten sonra fikrini soruyorum Selim İleri’ye:
“Benim için yepyeni bir İstanbul’u dolaştık. Yeni İstanbul böyleyse, ben buraları ahir ömrümde bir daha görür müyüm bilmiyorum. Beni kimsenin züppe olarak görmesini istemem ama böyle...”


“Çantam, ikinci evim gibi”

Haberin Devamı

Selim İleri’nin yanından ayırmadığı, “Attila İlhan’ın şapkası gibi oldu” dediği çantanın içinde neler var?
O anda aklına gelen bir şey için daima not defteri, kitap, boğaz pastili, baş ağrısı hapları, sigara, ajanda, mendil, kolonya, telefon vs.
“Arkadaşlarım eski havagazı idaresi sayım memuru gibi dolaşıyorsun derler, ama ikinci ev gibi gelir bana çantam.”

“Bu ‘Yeni İstanbul’u ahir ömrümde bir daha görür müyüm”


İstinyepark’ta: “Yürüyen merdivene kesinlikle binmem”
İlk durağımız, Selim İleri’nin ilk kez bizimle gideceği İstinyepark. Otoparkta arabayı bıraktığımız anda küçük bir sorun beliriyor önümüzde: Meğer Selim İleri kesinlikle yürüyen merdivene binmezmiş! En son yıllar önce arkadaşlarının ısrarıyla denemiş, fakat ellerinin altından akan trabzana tutunup arkasında biriken insan kalabalığına rağmen inememiş bir türlü merdivenden. En sonunda merdiveni durdurup “kurtarmışlar” onu. O yüzden asansör arıyoruz. Selim bey, Ercan, ben otoparkı dört dönüp nihayet bir asansör buluyoruz ve İstinyepark’ın içine giriyoruz.
Selim İleri şöyle bir bakıyor etrafa, mağazalara, mimariye... “Atmosfer olarak bir estetiği, bir etkileyiciliği var” diyor önce. Ama bu büyüklüğün onu mutlu etmediği belli yüzünden, “Bende uçsuz bucasız alanlara karşı müthiş bir yılgı var. Yaşadığım, doğup büyüdüğüm dünyada bu çapta geniş yerler yoktu.
O zamanlar Yeşilköy Havaalanı bile son derece küçük bir yerdi” diyor.
Böyle bir alışveriş merkezinin bir edebiyat yapıtına dekor olma ihtimalini soruyorum, “Yeni kuşaklar için belki” diyor, “Batıda örneklerini görmek mümkün, daha çok yalnızlığı ifade etmek açısından kullanıyorlar. İnsanların iletişimsizlikten kurtulmak için gelip büsbütün iletişimizliğe kapıldıkları yerler... Bizde çok fazla yazılmadı. Bu çok yeni bir İstanbul, biz yaştakilerin pek yazabileceği bir İstanbul değil”.
Yine de aşağıdaki çınaraltını görünce oturup kahve içmek istiyor, çınarın plastikten yapıldığını görünce de şöyle söylüyor: “Her şeye rağmen hakikisi ne kadar baskın ki yeni bir şeyi değil de eskisini görmek istiyor insanlar”.



“Bu ‘Yeni İstanbul’u ahir ömrümde bir daha görür müyüm”

Küçük Armutlu’da: “Buraları ben değil ama birisi mutlaka yazmalı”
İkinci durak Küçük Armutlu... Meydanda iniyoruz arabadan, bir kahve bulup oturmak istiyoruz. Bu meydanda tam dört tane kahve var! Seç beğen al. Önüne çiçek saksıları koymuş olan “kıraathane”yi tercih ediyoruz. Kapıda bir, içeride üç masa dolu. Kimileri kağıt kimileri okey oynuyor, masalarda çuha örtüler, duvarda plastik çiçekler, fonda bir türkü... Selim İleri rahat bir tavırla giriyor içeri ve kapının önündeki masaya oturup çay istiyor. Kahveciyle “İşler nasıl?” sohbeti başlıyor, o da herkes gibi krizden şikayetçi...
Arkada bir şakırtı, meğerse okey atılmış!
Selim İleri iskambil oyunlarını bilmezmiş hiç. Arada sırada kağıtların isimlerini yazması gerektiğinde de birilerine sorarmış. Kendisinin kahveye gitme alışkanlığı yok, ama bir zamanlar Behçet Necatigil’in şiirlerini Beşiktaş kahvelerinde tamamladığını anlatıyor ve “Ruhumu buraya alışveriş merkezinden daha yakın hissediyorum” diyor. Neden? “Burada hâlâ Türk ve İstanbul olan bir şeyler var”.
Yeni İstanbul’un kahveleri edebiyatta yer bulur mu peki kendine? “Bunlar artık yazılması önemsiz şeyler zannediliyor. Kimse diğerlerinin sıkıntılarına kafa yormuyor, içinde bulundukları durum onlara yetiyor. Bir de oyun haline geldi artık edebiyat. Postmodernizm, ultramodernizm... Ne kadar oyunbaz olunursa o kadar ilgi çekiyor.”
Ya kendisinin bir gün buraları yazma olasılığı var mı? “İstanbul kitapları yazmaya çalışan biri olarak, kendimde bunun eksikliğini hissediyorum. Belki de bugünkü İstanbul’u ve bu İstanbul’da yaşayan insanların sevinçlerini, dramlarını pek fazla bilmemekten kaynaklanan bir şey. Benimki kişisel bir mesele, pek fazla dışarıya açılan bir yaradılışta değilim. Ama buraların yazılması gerektiğine inanıyorum. Ben değil ama bir başkası yazacaktır”.


“Bu ‘Yeni İstanbul’u ahir ömrümde bir daha görür müyüm”


Autoshow’da: “Burası inanılmaz bir yer. Türkiye delirmiş!”
Armutlu’dan çıkıp, çılgın gibi bir trafiği de göze alıp Autoshow’un düzenlendiği Yeşilköy CNR’a gidiyoruz. Fuara girdiğimiz anda Selim beyin yüzünde beliren hayret ifadesi, çıkana kadar sürüyor. Değil daha önce gelmek, Autoshow diye bir fuarın yapıldığını da ilk kez duyuyor. Oysa fuar ziyaretçileri tanıyıp selam veriyor, hal hatır soruyorlar.
Her otomobilin başında 8-10 kişi olduğunu görünce “Benim için inanılmaz bir sahne bu” diyor, “Memleketimin dörtte üçü çok kötü hayat şartlarında yaşarken burada böylesi kalabalık olsun, söyleyecek hiçbir şey bulamıyorum. Genel olarak hepimizin aklımızı kaçırdığımıza eminim şu anda. Delirmiş Türkiye!”
Selim İleri bugüne kadar ne otomobil kullanmak istemiş ne de bir otomobil sahibi olmak; “Fakat şimdi vasıta bulmakta zorlandığım için düşünüyorum.”
Nasıl bir araba almak ister acaba kendine? “BMW ve Porsche sevdiğim markalar ama bunlar uzaktan sevgiler. Çok zor şartların ağırlıkta olduğu bir ülkede böyle bir lüks bana ait olmalı mı?”
350 bin avro değerindeki Ferrari’lerden 10 tane sipariş verildiğini söylüyorum, çok şaşırıyor. Fuar alanını dolduran kalabalığa bakıp her zamanki duyarlılığıyla şöyle diyor: “Dörtte üçü alıcı değil, heveskar. Hayallerindeki arabayı görmek için gelmiş insanlar. Hüzün verici...”


“Bu ‘Yeni İstanbul’u ahir ömrümde bir daha görür müyüm”


It’s a Joke: “Bak işte burası renkli, başka zaman da zevkle gelebilirim”
Günün sonunda başladığımız yere, Nişantaşı’na dönüyor, İstanbul’un yeni eğlence hayatının simgelerinden It’s a Joke’a gidiyoruz.
Muammer Yanmaz’ın
40 tiyatrocuyu fotoğrafladığı serginin içinden geçmemizin de etkisiyle olacak, kendisine daha yakın buluyor burayı Selim İleri. It’s a Joke’un muşamba perdelerinin içinden geçip içeri giriyoruz. Acaba ne düşünecek bu uyumsuzluğun içindeki uyum dekorasyonu için? Seviyor, “Renkleri, ışıkları, döşemesiyle çok hoş bir yer” diyor.
Aslında Selim İleri hep müdavimi olduğu mekanlarda eğlenenlerden. Öncelikle Beyoğlu’nda Gezi Pastanesi, Yakup, Asmalı Cavit ‘üçgeni’ne, sonra Boğaz’da belli yerlere, Sarıyer’de Aquarius’a, Arnavutköy’de Vira Vira’ya gidiyor. Ama Nişantaşı trafiğinin olmadığı saatlerde buraya da zevkle gelebileceğine karar veriyor.
It’s a Joke’un işletmecilerinden Burak, bir kitabını mekanın kütüphanesi için imzalamasını rica ediyor İleri’den. O da “İstanbul’un Tramvayları Dan Dan!..”ı göndereceğine söz veriyor.