Pazar Büyük savaşta Türkiye

Büyük savaşta Türkiye

15.05.2005 - 00:00 | Son Güncellenme:

İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan sıkıntılar Türkiye'de demokratik gelişmeleri hızlandırdı. Tüm zorluklara rağmen halkımızın dayanıklı ve sabırlı bir kitle olduğunu gösterdi

Büyük savaşta Türkiye

Türkiye Birinci Dünya Savaşı'ndaki ağır hataları ve adeta boş özlemlerle savaşa katıldığı için, bu sefer aşırı ihtiyatkârlıkla savaşın dışında kalmış, savaşa girmek ve Almanya'ya harp ilan etmek için son aylara kadar beklemiştir. Bu savaş ilanı da dünyayı yeniden inşa etmek durumunda olan "Batılılara katılmak ve dünya savaşı sonunda 'Nazi Almanya'sına yeterince karşı olmamak" töhmetinden kurtulmak içindir. Savaşın sonlarına doğru yani 1944 Mayıs'ından itibaren, cumhurbaşkanı ve hükümet Almanlara açıkça sempati duyanları değil, böyle bir zan altında olanları dahi, sadece resmi görevlerden değil, toplumsal hayattan da tasfiye etmiştir. Gerçek şu ki Sovyetler'in bu dönemdeki Türkiye karşıtı söylem ve davranışları, ülkede panik yaratmış ve komünizm karşıtı politika Rusya'ya karşı duygu ve tavırları da artırmıştır. Demek ki, hükümet Mayıs 1944'teki milliyetçi sağcı takibatından sonra çok vakit kaybetmeden solculara da yüklenecektir.Savaş içinde Türkiye'nin ithalat düzeyi çok düştü. Her şeyden önce endüstriyel ülkelerin Türkiye'ye satacakları mal yoktu. Savaşan şişkin ordular bütün stokları yutuyordu. Karaköy ve Eminönü'nün ithalatçıları limana uğrayacak ufuktaki bir gemiyi gözlemek ve temsilcileri aracılığıyla ne bulurlarsa kapatmakla gün geçiriyorlardı. Tabii karaborsa ortalığı sardı. Hükümet tahıl karaborsasını önlemek için sıkı tedbirler aldı ancak bu sadece fakir köylünün canını yaktı. Şehirlerde un ve şeker sıkıntısı vardı. Vilayetin birinde kuyrukta bekleyenler hükümet konağına götürülen bir tepsi baklavayı devirdiler. Ama işin doğrusu asayiş berkemaldi. Az sayıdaki polis ve jandarma ile Türkiye yönetimi savaşın sıkıntılarını isyansız ve yağmasız atlattı. Bu halkın, hükümetin ve devlet ananesinin ördüğü ortak bir başarıdır. Arşivlerden görünen o ki, Oniki Adalar'daki İtalyan birliklerinin harekatı bile en ince ayrıntısına kadar izleniyordu. Raporları gönderenler ise sadece adalardaki Türk azınlık değildi; Rum nüfustan bile aynı hizmeti hem de ücretsiz olarak görenler vardı, Osmanlı'dan bu yana devletin mirası sürüyordu.Buğday karaborsasından zengin olan "hacıağa" sınıfı, az zamanda büyük şehirlerde bile kendini hissettirdi. Buna karşılık savaş makinesinin talepleri bitmiyordu. Türkiye elinde hammadde olarak ne varsa sattı. Hatta bu hammaddeyi işleyip yarı mamul hale getirerek sanayi henüz kurulamadığından ferrokrom veya işlenmiş alüminyum değil, topraktan çıkan filiz olduğu gibi gönderildi. O da yetmedi; ABD, İngiltere ve Almanya'nın büyük firmaları yerel temsilcilerinden ot, maden ve gıda namına ne bulurlarsa göndermelerini istedi. Savaş sanayiinin ihtiyacı, yeni icatlar ortaya çıkarıyordu; hangi bitkinin, maden cevherinin hatta toprak cinsinin ne işe yaradığı belli olmazdı. Zaten Türkiye'nin bitki ve maden envanteri tam bilinemediğinden, araştırıp bir şeyler bulmaları isteniyordu. Servetler birikti; planlı programlı kullanılmasa da bu birikim ve ardından gelen Marshall Yardımı ve zirai makineleşme Türkiye'de bir nesil içinde gelişme ve patlama yarattı.Savaş yıllarında ordu sıkıntı içindeydi. Mühimmat, silah, giyim kuşam derdi biliniyor. Biz ne söylesek boş; eli kalem tutan askeri tarihçilerin -ki bunların arasında o dönemin genç komutanları olan General Nurettin Türsan ve General Muzaffer Erendil de var- hatıralarını bekliyoruz. Savaş yıllarında civarda gemisi batan veya uçağı düşen müttefik ve mihver devletlerin ordularına mensup asker ve subaylar sık sık Türkiye topraklarına sığınırlardı ve yeniden birliklerine ulaşana kadar bunlar büyük şehirlerin hayatına karışır, eğlence yerlerine devam ederlerdi. Ankara'da Baba Karpiç'in kendi marşlarını çaldırmak isteyen Alman ve İngiliz pilotların kavga çıkarmalarını nasıl ustalıkla ve orkestranın desteğiyle önlediğini anlatırlar.Uzun savaş yıllarının sıkıntıları demokratik gelişmeleri hızlandırdı. İaşe dağıtımı düzgün gitmese de halkımızda düzen ve kuyruk alışkanlığını geliştirdi. Dayanıklı ve sabırlı bir kitle olduğumuzu gösterdi, imparatorluğunun son 40 yılını savaşlar ve yıkımla geçiren tecrübeli bir ulusun nefes almasını ve kendine gelmesini sağladı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Türkiye "non-belligrent" denen savaşmayan ülkelerdendi. Ama asıl önemlisi bir dizi saldırmazlık paktı ve anlaşmalarla tarafsız ülke konumunu sağlamıştı. Ankara birbirleriyle boğazlaşan ülke diplomatlarının faaliyet gösterdiği nadir başkentlerden biriydi. Dışişleri birbirleriyle selamlaşmayan bu insanları cumhuriyet balolarında, törenlerde bir arada tutabilmek için protokol harikaları yaratıyordu. Tabii büyük şehirler casus doluydu, eski İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'nın kurduğu "police-parallele" diyebileceğimiz teşkilat bu noktada yeterince etkili oldu. Şoförler ve bina kapıcıları anında bilgi getiriyordu, nitekim Büyükelçi Von Papen'e tertiplenen suikastta da havaya uçan suikastçının kimliğini, bıraktığı tek delil olan ayakkabıyı satan mağazanın tezgahtarları sayesinde öğrendiler. Herkes çok meraklıydı ve herkes her gördüğünü olağanüstü bir biçimde hafızasına nakşediyordu. Savaş biteli 60 yıl oldu ama uzun dünya savaşı, savaşan ülkelerin ve halkların tarihlerinde derin ve onulmaz yaralar açtı. Nitekim Avrupa'nın büyük ülkeleri artık büyük değildir; iktisaden eskisine göre daha iyi durumda olsalar da kültürel ve ilmi üstünlüklerini kaybettikleri açıktır.