12.02.2017 - 02:30 | Son Güncellenme:
Fırat Karadeniz / firat.karadeniz@milliyet.com.tr
Araştırmacı ve gazeteci Derya Bengi 1950’li yılların Türkiye’sinin sözlüğünü yazdı. Fakat “Şimdiki Zaman Beledir” adlı bu çalışma bildiğiniz sözlüklerden değil. Adını dönemin popüler türkülerinden “Ha Bu Diyar”dan alan sözlük, adından da anlaşılacağı gibi, II. Dünya Savaşı’nın hemen ardından gelen bu dönemi sazla ve cazla anlatıyor. Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan 370 sayfalık kitap, “50’li yıllarda Türkiye: Sazlı Cazlı Sözlük” üstbaşlığının da hakkını vererek o yılların kitaplarına, filmlerine, şarkılarına, danslarına odaklanıyor. Bengi ile kitabını konuştuk...
1950’li yılları II. Dünya Savaşı’nın ardından bir uyanış ve nefes alış olarak tanımlıyorsunuz... 1966 doğumlu birini 1950’lerin hangi yönü cezbetti?
Aslında 20. yüzyılın popüler kültür tarihine bir bütün olarak meraklıyım. 50’li yıllar sanayileşmeden modaya, müzikten sinemaya bir tür “sıfır” noktasını temsil ediyor. Savaş sonrasında sanki bütün dünya tımarhaneden taburcu olup hayata yeniden başlamış gibi. İlla kendi geçmişimle bir bağ kurmak gerekirse; annemle babam 1953’te evlenmiş. 50’lerin fotoğraflarıyla, dergileriyle, hayaletleriyle büyüdüm.
Bu sözlük bir serinin habercisi olabilir mi?
Kafamda böyle bir fikir ağır adımlarla geziyor.
Sizin kariyerinizde müzik çok önemli. 1950’lerin sosyal hayatına müziğin etkisi ne ölçüde olmuştur?
Her dönemde bazı güçlü figürler, örneğin 50’lerde Zeki Müren, Elvis Presley ve Brigitte Bardot, toplumsal değişimlerin hem yansıtıcısı hem de hızlandırıcısı rolünü üstleniyor. Müzik belli bir çağı anlamanın, siyasal çalkantıları sezmenin en kestirme yollarından biri. Şarkılara ve filmlere her zaman tarih öğretmenlerim gözüyle de baktım. “Ha Bu Diyar” türküsünü dinlemeden köyle kent arasındaki gerilimi, göç olgusunu, tarım politikalarını veya o dönemin popüler köy romanlarının temel meselesini layıkıyla tartmak mümkün değil. Bu kitap nostalji tuzağına düşmeden 50’li yılların şimdiki zamanı anlatıyor.
Kültürel hayata sinemanın etkisi ne ölçüdeydi o yıllarda? Özellikle Hollywood için ayrı bir paragraf açmak gerekir mi sizce?
Attila İlhan, Salah Birsel, Oktay Akbal gibi genç edebiyatçıların gazetelerde film eleştirileri yazdığı bir dönemden bahsediyoruz. Sinema en besleyici, en oturaklı ve başat sanat dalı o yıllarda. 50’lerin insanlarının Batı müziğini radyodan ve plaklardan önce Hollywood filmlerinden öğrenip benimsediği de bir gerçek.
Alaturka ile alafranga ayrımına özellikle değiniyorsunuz; ikisi arasında bir mücadele var gibi. Bu 2010’lu yıllarda şahit olduğumuz mücadelelere de benziyor. Siz 1950’lerle 2010’lu yıllar arasında ne gibi benzerlikler görüyorsunuz?
Zaten bu toplum neredeyse 200 yıldır tüm problemlerini, doğru ya da yanlış, Doğu-Batı çelişkisi ekseninde tartışıyor. Bu herhalde hiç dinmeyecek. Gerçi Rusya’ya veya Japonya’ya da gitseniz aynı şey söz konusu. 50’li yılların özelliği bu iki varsayımsal kutbun henüz tam kaynaşamadığı son on yıl olması. 60’lı yıllarda, aranjman veya Anadolu rock gibi yeni akımların başarısı nispetinde bu kutuplaşmanın yaratıcı bir sürece evrilebileceği gayet net görülüyor.
Bu şirin sıfatı, maalesef önce Kore Savaşı’nda can veren askerler sonra da dönemin iktidar temsilcilerine ve basın yayın camiasına yansımış paranoyak bir antikomünizm salgını olarak okumak gerekiyor. Küçük Amerikacılığın toplumsal bedellerini 1960’ta Metin Erksan’ın çevirdiği “Gecelerin Ötesi” filmi iyi anlatır.
400 sayfalık 1950’ler sözlüğü hazırlamış biri olarak 1950’lerin simgesi haline gelmiş üç şey seçmenizi istesek…
Üç tipik şarkı sorsaydınız, “Manolyam” valsi, Amerikan aksanlı “Katibim” türküsü ve “Istanbul Not Constantinople” derdim. Ama hayat şarkılardan ibaret değil. 1955’te yaşanan 6-7 Eylül olayları ve bu saldırıların o dönemde yeterince utanç yaratmamış olması, 50’lerin asıl simgesi ve temel açmazı bence.
Sözlükte yer alacak başlıkları seçmek için nasıl bir yöntem izlediniz?
Madde başlıkları öncelikle sanatçı ve eser isimlerinden oluşuyor. Örneğin “İnce Memed”, “Yolgeçen Hanı”gibi maddeler, bu büyük romanların müzikle ilişkisine eğiliyor. Bunların yanı sıra bazı gazete manşetleri ve kalıp sözler de madde başlığı oldu.
Kitaba emeği geçen birçok isim var. Süreci anlatır mısınız? İlk kimin kapısını çaldınız?
En sık kütüphanelerin kapısını çaldım, dönemin gazetelerine gömüldüm. En iyisinden en ucuzuna kadar bol bol film seyrettim. Başta Gökhan Akçura ve Arslan Eroğlu olmak üzere pek çok arkadaşımdan fikir ve destek aldım.
Bugünlerde tercihim 1913 yılı. Çünkü Florian Illies’in “1913: Fırtınadan Önce” kitabını okuyorum. I. Dünya Savaşı arifesinde sanat ve siyaset ortamını anlatan harika bir inceleme. O yıl Louis Armstrong bir ıslahevinde trompet çalmayı öğreniyor, Picasso Louvre’dan Mona Lisa’yı çaldığı şüphesiyle karakolda sorgulanıyor, Stalin ile Hitler birbirlerinden habersiz
Viyana’da bir parkta yürüyüşlere çıkıyor... Ben de bir yandan o yılın İstanbul’unda, Osmanlı’sında neler döndüğüne dair paralel okumalar yapıyorum kendimce.