Pazar “Gelecek İstanbul’da buluşuyor”

“Gelecek İstanbul’da buluşuyor”

10.02.2013 - 02:30 | Son Güncellenme:

Dünyanın en ünlü tasarımcılarından Philippe Starck, Beyoğlu’ndaki Demirören AVM’nin en üst katlarında açılacak olan ünlü otel Mama Shelter’ı tasarladı. Starck: “Mama Shelter farklı kültürleri kesiştirir. İstanbul da her şeyin kesiştiği bir yer. Gelecek karışımlardan oluşur”

“Gelecek İstanbul’da buluşuyor”

Philippe Starck dünyanın en ünlü tasarımcılarından biri. Belki de en ünlüsü. Ün pek meziyet sayılmaz, o aynı zamanda en iyisi. Geçen hafta İstanbul’daydı. Çünkü İstiklal Caddesi’nde açılacak olan Mama Shelter adlı oteli o tasarladı.
Starck; buluştuğumuzda, yanından bir an olsun ayrılmayan karısı Jasmine ile birlikte bir o yana bir bu yana koşturuyordu. Neredeyse bütün fotoğraflarında giydiği o ceket yine sırtındaydı. Starck’ın basın sorumlusu söyleşiye başlamadan önce bir dizi uyarı sıraladı: “Bir soruya çok uzun cevap verir, sözünün kesilmesinden hoşlanmaz, konsantrasyonu çok önemlidir, maazallah yarıda bırakır gider, vs. vs...”
Kendisine buradan seslenmek isterim ki, Philippe Starck’ı pek tanımıyor.
Tatlı dille yarı uzun cevaplar verdi, araya girmemi hiç umursamadı, gerilimi gerektirecek tek bir an olmadı. Söyleşi boyunca en sık kullandığı sözcük sanırım “yalnız”dı.

Bir söyleşinizde Batı medeniyetinin çöktüğü ve dünyanın enerjisinin Batı’dan Asya’ya ve Güney Amerika’ya aktığını söylemiştiniz. İstanbul’da bir otel tasarlamanızın nedeni bu mu?
Bu nedenle mi İstanbul’dasınız?


O kadar oportünist değilim! İstanbul her şeyin ortasında. Herkesin bildiği gibi Asya’da da değil, Batı’da da değil. İstanbul İstanbul’dur! Mama Shelter’la İstanbul’un ruhları arasında bence güçlü bir ilişki var. Mama Shelter sosyal farklıkları, kültürleri kesiştirme enerjisi olanların yeri. İstanbul da bütün bunların, milliyetlerin, her şeyin kesiştiği bir yer. Gelecek burada buluşuyor. Çünkü gelecek her zaman karışımlardan oluşur. Hayat da buluşmaların zenginliklerinden...

Haberin Devamı

“Trendler umrumda değil, güzellik de estetik de...”

İstanbul’daki otel, Mama Shelter’ın Fransa dışındaki ilk girişimi. Burayı tasarlarken şehrin kültürünü ya da geleneklerini dikkate aldınız mı?

Hem evet, hem hayır. Zaman değişiyor. Okuldayken duvarlarda asılı olan dünya haritasında Çin pembeydi, Amerika mavi, Fransa sarı... Bütün ülkeler arasında keskin bir çizgi vardı. Şimdi yok. Ülkeler artık kültürel kabilelerin edisyonlarını oluşturuyorlar. Mesela Fransa’da birkaç kültürel kabile var, ki aynı kabileler Japonya’da da bulunuyor. Bu da artık o kabileler için çalışıyoruz demek; ister Fransa’da olsun, ister İstanbul’da... Öncelikle kendi kabilemize hitap ediyoruz. Yapabileceğiniz en iyi şey, aileniz ve kabilenizle çalışmak. Eğer başka insanları memnun etmek için yola çıkarsanız, başarılı olamazsınız.

Haberin Devamı

Sır burada mı?

Kendini memnun et, aileni, arkadaşlarını memnun et. Bu kadar. Kısacası Paris’teki Mama Shelter kabilesiyle İstanbul’daki arasında bir fark yok. Burada iklim ya da ekonomi açısından da değiştirmemiz gereken bir şey yoktu. Parametreler aynı. İstanbul’a eklediğimiz küçük espriler var sadece, hani arkadaşlar arasında olan türden...

Seyahat etmekten nefret ettiğinizi biliyoruz. Ya otel tasarlamak? Seviyor musunuz?

Gerçekten nefret ediyorum. Her gün seyahat etmek zorunda kalmam da bir dram benim için. Otel tasarlamayı sevdiğim söylenemez. Ama bu, insanlara deneyim verebilmek için iyi bir araç. İnsanlara bir şey anlattığınızda dinler dinler ama size inanmazlar.
Ama bunu kendi kendilerine deneyimlemelerini sağlarsanız, doğruluğuna emin olurlar. İşte oteller insanlara anılar katacak ve enerji verecek yerler. Trendler umrumda değil, güzellik de, estetik de... Umrumda olan arkadaşlarıma daha çok mizah, yaratıcılık, sürpriz, pırıltı katabilmek. Onların zihinlerini açmak ve en iyisini yapmalarını sağlamak.

İşe yaradı mı?

Evet, yaradı. Bugüne kadar 20 kadar otel tasarladım, 40 kadar da restoran... Tek birine günde 500 kişi geldiğini varsaysak, toplamda 20 bin kişi demek. Kırk yıldır her gün 20 bin kişi bu vaadimi kontrol ediyor. Geçenlerde bir dergide okudum, Kartell için yaptığım Louis Ghost sandalye yaklaşık iki milyon adet satılmış. Bu, en az yirmi milyon kişi kendisi denedi demek. Reklam değil, yalan da söyleyemezsin, kendileri görüyorlar. Ben hiçbir zaman yalan söylemem, yaparım!

Haberin Devamı

“İstanbul’u tasarlamayı çok isterim, daha heyecanlı bir şey olamaz”

Siz tasarıma demokratikleşmeyi getirdiniz. Şu sıralar İstanbul’un bir anlamda yeniden tasarlanması gündemde ve şehirde yaşayanların fikri sorulmadığı için bu tasarımın demokratik olmadığı konuşuluyor...

Bir şehri tasarlamak, en asil işlerden biri. Bir şehri tasarlamak aynı zamanda bir toplumu tasarlamak, sonuçta da bir medeniyeti tasarlamak demek. Siyasilerde bir şehri doğru yönlendirecek vizyon çok nadir bulunabiliyor. Kentleşmenin insanların hayatında büyük etkisi var. Sözgelimi yolları ya da metro duraklarını yeni bir yere konumlandırmak, milyonlarca kişinin geleceğini etkiliyor.

Haberin Devamı

Bu nedenle de o şehirde yaşayanların fikri bağlayıcı değil mi?

En önemli şey bu değil. Bu tasarımı yapanın doğru vizyona sahip olması en önemlisi ama bundan nasıl emin olacaksınız? Toplumun bu konuda teknik bir uzmanlığı olamaz, onlara denetleme imkanı verilebilir.

İstanbul gibi bir şehri tasarlamak ister miydiniz?

Tabii ki! Daha heyecan verici bir şey olamaz. Benim gibi mutlak dürüst ve fantastik bir suçluluk duygusu olan biri için zor ama isterim.

“Tasarımlarımın hepsi gereksiz” diyebilen tasarımcı

Phılıppe Starck, 1949 Paris doğumlu. Uçak tasarımcısı babasından çok etkilendi. Ecole Camondo’dan mezun olduktan sonra 1968’de kendi tasarım ofisini kurdu.
Artık dünyanın en ünlü tasarımcılarından olan Starck beş yıl önce Alman Die Zeit gazetesine verdiği söyleşide sarf ettiği “Tasarladığım her şey gereksiz” cümlesiyle tasarım dünyasını salladı. Onun için önemli olan insanlara yardım etmekti, dünyanın en ünlü tasarımına imza atmak değil...
Bu amaçla demokratik tasarım, demokratik ekoloji kavramlarını geliştirdi. İyi kalitede ürünlerin, daha düşük fiyatla satılmasını savundu. Son dönemde daha çok ekolojiyle ilgili çalışıyor. Hatta ilk kişisel ve 500 avroya satılan rüzgar değirmenini tasarladı.
En ünlü tasarımı, açık arayla, Alessi için yaptığı limon sıkacağı... İkinci sırada ise Kartell etiketli plastik Louis Ghost sandalyeler var.

Haberin Devamı

“Şimdiye kadar siyaset yapmadığım için pişmanım”

Tasarımda en büyük meydan okumanın tasarımı bırakıp siyaset yapmak olduğunu söylediniz. Gelecek planınız ya da hayaliniz bu mu?

Bu benim planım ya da hayalim değil, pişmanlığım. Topluma yardım etmek için en iyi aracı, en iyi silahı seçmediğim için pişmanım. Bütün hayatım boyunca, durmaksızın kaçtım. Okuldan da kaçtım. Sırf bunun için yağmurlar, karlar altında ormana bile saklandım. Belki acayip geliyor size ama benim için okula gitmekten çok daha iyiydi. Nasıl ki şimdi toplumu anlamıyorsam o zaman da okulu anlamıyordum. Tembellikten demeyeyim ama, çünkü tembel değilim, zayıflıktan, korkaklıktan tasarım yaptım. Ve hayatım boyunca tasarımımı politik bir eyleme dönüştürmeye çalıştım.

Demokratik tasarım, demokratik ekoloji gibi kavramları bu düşünceyle mi ortaya attınız?

Evet. Yıllardır daha az maddiyat, daha çok doğrudan eylem yaratmaya çalışıyoruz. Sanıyorum önümüzdeki yıl sonuçları daha çok göreceğiz ama tahmin edersiniz ki değişim zor.

Tek başına değişim mümkün mü sizce? Sizi destekleyen takipçilere ihtiyaç duyuyor musunuz?

Eğer takipçilerin varsa ölmeyi beklemen lazım çünkü takipçiler her zaman takip ettiklerini öldürürler. Hayatım boyunca takipçim olmasın, son moda olmayayım diye hep bir şeyleri karıştırdım. Bir iş yapıyorsam sonra onun tam tersini yaptım. 40 yıldır sahnedeyim ve eğer moda olursan, takipçilerin olursa iki yıl içinde ölürsün. 40 yıl ayakta kalmak için ormanda tek başına olmak zorundasın. İşim buydu, hep kaçmak. Ben bir hayaletim!

“Ben biraz otistiğimdir, karımla da hep yalnızız”

Sizin ilhamınız da deneyimlerden mi kaynaklanıyor?

Tamamen. Ben bir miktar otistiğim. Hiç konuşmam, hiçbir yere gitmem, ne kokteyllere ne de akşam yemeklerine... Karımla hep yalnızızdır. Bazen ıssız bir yerde, susuz, elektriksiz otururuz. Seyahat ederken de kendi uçağımızla uçtuğumuz için orada bile yalnızız. Bu da dışarıdan hiçbir etkilenme yok demek. Tek ilham kaynağım, kendime özgü ruhsal hastalığım. Bu aşikar. Bu beni sürekli hayal eden, düşünen bir insan yapıyor. Durmaksızın böyleyim. Buna bir hastalık diyebiliriz. Bunun yanında tabii ki deneyimlerim... Zor bir hayatım var.
Zor ve çok yoğun. Buna lüks keşişlik denebilir. Sürekli bir işin ortasındayım.

Yaşadığınız hayatı, birlikte çalıştığınız insanları ve kurumları düşününce kalabalıklardan sıyrılabildiğinize inanmak zor...

Bizim çoğunlukla hayatımız şu:
Bir otel odasında sol köşede benim çalışma masam, sağ köşede karımın çalışma masası, hepsi bu. Fırsat bulursak da kendimizi kuş uçmaz kervan geçmez bir yere atıyoruz. Mesela bir Alman şehrinin banliyösünde berbat bir otel odasına... Ki daha beteri de var. 12 gün boyunca hiçbir şey yemediğim bir kliniğe gidiyorum ve üç saat çalışıp üç saat uyuyarak biyoritmimi ayarlıyorum. Burada da tamamen yalnızım.