Pazar Gördüğüm kar değil, kırağı

Gördüğüm kar değil, kırağı

10.01.2008 - 00:00 | Son Güncellenme:

Göksu'dan bir doğa parçasını kendince yorumlamıştı Felix Ziem. Bu tablosu sayesinde Rennes'de bir sabah uyanıp Anadoluhisarı'nda bulmuştum kendimi

Gördüğüm kar değil, kırağı

SEYİR DEFTERİ Oysa görülecek çok şey var burada. Rennes'e daha önceden de gelmiş, adı kadar çirkin, utancından kimseye görünmeyen, daha doğrusu belediyenin üzerini örtüp bir kanala dönüştürdüğü La Vilaine Nehri'ni, Brötanya Parlamentosu'nu, görkemli belediye binasıyla operayı görmüş, Pica'da enfes bir yemek yemiştim. Bu kez bir başka yüzünü keşfettim kentin. Ve dünyanın gerçekten küçük olduğuna karar verdim.La Residence Oberthür, Paris Sokağı'nda, Rönesans üslubunda yapılmış, 19'uncu yüzyıldan kalma bir villa. Dışarıdan bakıldığında fazla göze batmıyor, hatta pek güzel olmadığı da söylenebilir. Ama içerisinin çok özenle döşendiğini itiraf etmeliyim. Adından da anlaşılacağı gibi Alsace kökenli bir aileye aitmiş. Rennes'de ilk matbaayı kurup işleten, kısa sürede zengin olan, bu arada yalnızca kitap değil takvim ve para da basan bir aile Oberthür'ler. Belediyenin konuklarını ağırladığı bu villanın kahvaltı salonundaki tabloyu görmeseydim herhalde onlardan söz etme gereğini duymazdım. Hangi kitabında okuduğumu şimdi anımsamıyorum; Gustave Flaubert, Brötanya yolculuğu sırasında Rennes'e de uğradığını, nehrin kıyısındaki panayırda gördüğü foktan başka bu kentte dikkate değer hiçbir şey olmadığını yazıyordu. Sabah uyandığımda bembeyazdı çimen, neredeyse odamın içine giren sedir ağaçları da öyle, badanalanmış gibi beyaza kesmişlerdi. Lübnan dağlarında gördüklerimden sanki daha heybetli, çok daha etkileyiciydiler. Dalları gökyüzündeydi, kökleri toprağın derinliklerinde. Yapraklarını dökmediklerinden göle vuruyordu gölgeleri, buz tutmuş suda aksade giymiş idam mahkumları gibi yavaşça sallanıyorlardı.Gece kar yağdığını sandım önce, bu yıl kışın biraz erken geldiğini düşündüm. Daha dikkatli bakınca anladım ki kar değil, kırağıymış, güneş çıkar çıkmaz eriyip gitti zaten, park eski rengine kavuştu.İzlenimci bir ressam olsaydım sarıdan kırmızıya dönen yaprakları, sedir ağaçlarının sudaki siyah gölgelerini, donuk güz güneşinin bulutsuz, mavi gökte yuvarlanarak yükselişini belirsiz fırça darbeleriyle tuvale yansıtmaya, renklerle biçimlerin kendilerini değil, bende bıraktıkları izlenimleri resmetmeye çabalardım. Bir zamanlar Felix Ziem adlı ressamın yaptığı gibi. "Bu ressam da nereden çıktı?" diyeceksiniz, söyleyeyim. Adını hiç duymamıştım, yapıtlarından da haberim yoktu. Kahvaltı salonuna indiğimde parka açılan cam kapının yanındaki masaya oturdum. Benden başka kimse yoktu etrafta. Tam kahvemden bir yudum almıştım ki karşı duvardaki tabloya takıldı gözlerim. Ulu çınarların dalları arasından bir minare görünüyordu. Ağaçların gövdeleri toprakla karışmış, çimene uzanan birkaç insan figürü koyu yeşille siyah karışımı bir renk alacasında iyice belirsizleşmişti. Tablonun neredeyse yarısını kaplayan gökyüzü çivit mavisiydi, çınarların az ötesinden akan su ise lacivert. "Les eaux douces d'Asie? Constantinople" yazıyordu alt köşede, yani Anadoluhisarı'ndaki Göksu çayırını resmetmişti Felix Ziem. Onun 1821-1911 yılları arasında yaşadığını, 90 yıllık ömrüne binlerce tablo ve sayısız yolculuk sığdırdığını, bu arada yolunun 1844'te İstanbul'a da düştüğünü öğrenecektim sonradan. Ama sonradan. Yerimden kalkıp tabloya yakından bakınca kıyıdaki saltanat kayığıyla hamlacıların kırmızı feslerini de fark ettim. O yıllarda bugünkü gibi bir enkaz yığını değil, eşsiz bir sayfiye olan Göksu'dan bir doğa parçasını kendince yorumlamıştı ressam. İzlenimcilerden çok daha önce İstanbul'da yaşadığım semtin renklerini, atmosferini, insanlarıyla ağaçlarını tuvale izlenimci bir anlayışla yansıtmıştı. Rennes'de bir sabah uyanıp Anadoluhisarı'nda bulmuştum kendimi. Bu rastlantı, Oberthür Villası'ndaki duvara asılı Göksu manzarasıyla Rennes kenti arasında kurulan hayali köprü, sanat sayesinde gerçekleşmişti. Sanatın yaratıcı gücü zaman ve mekanı ortadan kaldırmış, içimde çoğalan, giderek yakıp kavuran Boğaziçi'nin özlemiyle Ziem'in renklerine dalıp gitmiştim. Adını hiç duymamıştım Bir sabah, Brötanya'nın başkentinde Alsace kökenli bir aileye ait malikanenin kahvaltı salonuna indiğinizde, gecenin cümbüşünü henüz üzerinizden atamamışken, "Susuzluk Sokağı"ndaki öğrenci barlarında içtiğiniz şarabın tortusu henüz damağınızdan silinmemişken, sanatın yaratıcı gücü sayesinde bir Boğaz manzarası karşısında yudumlayabilirsiniz kahvenizi. Ve orada, o tablonun içinde değil de gerçekten Göksu'da olmak, kahve yerine ince belli bardakta tavşan kanı çayınızı yudumlamak için dayanılmaz bir istek duyabilirsiniz. Çünkü izlenimci sanatın öncülerinden Ziem, unutulup gitmeden, tabloları haraç mezat satılıp dünyanın dört bir yerine dağılmadan önce bu sabahki gibi bir güz sabahında resmetmiştir Göksu'yu.Çayır kar beyazında değil, kırağı rengindedir artık, güneş bulutsuz, mavi gökte yükseldikçe beyaz eriyip gidecek, yerini saydam suyun serinliğine bırakacaktır. Kahvaltınızı bitirip tabloya son bir kez daha baktıktan sonra parkta yürüyüşe çıkabilir, sedir ağaçlarının, yapraklarını çoktan dökmüş kayınlarla meşelerin altından geçerken Göksu'nun çınarlarını hayal edebilirsiniz. Sanatın yaratıcı gücü sayesinde. Sanatın yaratıcı gücü