Pazar Güneşe uçan adam

Güneşe uçan adam

27.02.2005 - 00:00 | Son Güncellenme:

Martin Scorsese, Oscarı bu kez de kaçırabilir. Ama o, Amerikan sinemasının "ebedi Jöntürkü", La Mottadan Hughesa beyazperdeye taşıdığı karakterler de siyah-beyaz düşüncenin panzehiri olmayı sürdürecek...

Güneşe uçan adam

Bugün 62 yaşında olan, 39 yıldır film çeken Martin Scorsese, Hollywoodun kah sevgilisi, kah asi çocuğu oldu ama hiçbir zaman tahtına tam kurulmadı, "baba yönetmen" kalıbına girmedi, kervana katılmadı. Belki de hiç bulamadığından aradığını, aramayı bırakmadı.Esasen Amerikanın, kısacık boyuna ve mesafesiz kişiliğine pek uygun düşen takma adıyla kısaca "Marty" diye seslenmeye alıştığı Scorsese, eğer bu gece eline altın heykelciği almazsa, kimse için fazla sürpriz olmayacak. "En iyi film" dahil 11 dalda Oscara aday gösterilen "The Aviator / Göklerin Hakimi", kendisine "en iyi yönetmen" ödülünü getirmezse, Scorsese bildiği bir duyguyu yeniden yaşamakla kalacak.Öyle ya, 1976da "Taxi Driver / Taksi Şoförü" ile aday gösterildiği "en iyi film" Oscarını, John Avildsenın "Rocky"sine kaptıran Scorsese değil miydi? O günden bu yana, başyapıtı sayılabilecek "Raging Bull / Kızgın Boğa"nın yanı sıra "Good Fellas / Sıkı Dostlar", "Gangs of New York / New York Çeteleri" gibi filmleriyle de akademinin dikkatini çektiğiyle kalan Scorsese değil mi? Hem ne önemi var ki? Orson Welles de, Alfred Hitchcock da, Stanley Kubrick de "en iyi yönetmen" Oscarını almadan "en iyi" olmadılar mı?Aslında, sözü Akademi Ödüllerine getirmemin tek nedeni, günün anlam ve önemini bahane edip biraz Scorsese, biraz da Hughes muhabbeti yapmak.Hughes, yani Howard Hughes, Scorsesenin filmine adını veren havacı. Tam bir Amerikan orijinali. İnanç ve inat bileşkesi bir deli adam.1905 doğumlu, hayatını iki büyük tutkusu sinemaya ve havacılığa adayıp her iki alanda da imkansızı başarmaya azmetmiş Teksaslı bir milyarder. Aynı zamanda bir hastalık hastası. Katharine Hepburn, Ava Gardner, Jean Harlow gibilerinin sevgilisi, içki niyetine süt içen bir Hollywood hovardası.Dahası, mafya ve CIA ile bağları hiçbir zaman tam gün ışığına çıkmamış bir gölge aktör. Castroya karşı suikast planından Kennedy cinayetlerine ve Watergate skandalına uzanan karanlık olaylar zincirindeki halkalardan biri. Nixon ile ortaklıktan düşmanlığa giden ilişkisinin ayrıntıları, 1976da kendisiyle birlikte gömülmüş bir siyasi muamma.Scorsese, Hughesu Leonardo DiCaprionun bedeninde yeniden yaratırken, bu adam hakkında bilinenleri elekten geçiriyor. John Loganın senaryosu, siyasi entrikaların Hughesundan ziyade, muhteşem hırsların Hughesunu öne çıkaran, daha ziyade "apolitik" bir hikaye. Filmi izleyince, Nixon ile Hughesun yollarının nerede nasıl kesiştiğinden habersiz kalıyorsunuz ama bu gizemli karakterin daha 25 yaşındayken, 3 milyon 800 bin dolar harcayarak zamanının en pahalı filmi, "Hells Angels / Cehennem Melekleri"ni çekişini anı anına izliyorsunuz sanki. I. Dünya Savaşında göklerdeki kapışmayı konu alan bu muhteşem filmin kotarılışına tanıklık ediyorsunuz. 1941de Jane Russellın biraz derince dekoltesinin Amerikan muzır polisinin çelmesine takılması karşısında, başarıyla ve tabii ki derinlikten yana direnen Hughesu görüyorsunuz ama daha sonra uçak dizaynına nasıl bir süre ara verip sutyen dizaynına kaydığını filmden öğrenmiyorsunuz."Göklerin Hakimi", kronolojik ve siyasi nüansta yaya kalsa bile, Hughesun 1938de özel bir uçakla (Charles Lindberghin New York-Paris rekorunu yarılayarak) dört günden kısa bir devrialem yapması gibi, havacılıkta çığır açan denemelerini olağanüstü çekimlerle yansıtıyor. Filmin en dramatik sahnesi ise, 1947de, Hughesun inadının doruğuna tırmandığı 70 saniyeye götürüyor sizi. "Uçan gemi" ya da "Herkül" lakaplı, 750 asker taşıma kapasitesine sahip, tahtadan yapılma o dev HK-1 uçağının prototipini havalandırdığı o sayılı saniyelere. "Göklerin Hakimi", Scorsesenin en iyi filmi değil. DiCaprionun Hughesu, Robert De Nironun Jake La Mottası ("Kızgın Boğa") gibi akıllarımıza kazınmayacak, o kesin.Ama Scorsese, bu filmde de hep yaptığını yapıyor; insanların "iyi-kötü" diye kolayca sınıflanamayacağını hatırlatıyor bize. Baş karakter karşısındaki tek seçeneğimizin sevmek ile nefret etmek arasında olmadığını teyit ediyor. Bir kahramanın gri kalabileceğini gösteriyor. Hem uçuruyor Hughesu hem de film başından sonuna, yavaş çekimde düşürüyor sanki. "Bu film" diyor yönetmen, "Hollywoodun hayaletinin bıraktığı ize bir bakış. Aynı zamanda, İkarus gibi güneşe uçmak isteyen bir adamın hikayesi. Ama onun da kanatları balmumundan sonuçta." ycongar@erols.com Eleştirmen Mark Feeney, "Amerikan sinemasının ebedi Jöntürkü" diyor onun için. Kavramı bütün siyasi çağrışımlarıyla birlikte içselleştirmiş bir Türkün bakışıyla, pek de iyi bir tanımlama sayılmaz bu. Oysa sözün anlamını, "yeniyi arayan adam" diye sınırlayınca, Feeneye hak vermemiz kolaylaşıyor.