Pazar “Hep o sıkıntı: Yakalanmasaydım belki de Kızıldere katliamı olmazdı”

“Hep o sıkıntı: Yakalanmasaydım belki de Kızıldere katliamı olmazdı”

20.02.2011 - 01:00 | Son Güncellenme:

Türk sol hareketi içindeki en kritik isimlerden biri Oğuzhan Müftüoğlu. Sol tarihin içinde tanıklık etmediği, hatta bizzat içinde yer almadığı olay yok gibi...

“Hep o sıkıntı: Yakalanmasaydım belki de Kızıldere katliamı olmazdı”

Onun kişisel tarihi, aynı zamanda bu memleketteki solun tarihi. Yıllar sonra oturup bu tarihi gazeteci Adnan Bostancıoğlu’na anlattı, ortaya “Bitmeyen Yolculuk” adında bir kitap çıktı.
Hak eden etmeyen herkesin üzerinde kalem oynattığı bir geçmişte en çok söz sahibi olanlardan biri olarak; samimiyetle, özgüvenle ve eğip bükmeden anlatmış yaşananları. Geçmişi anlatırken şeytan dürter genelde, o geçmiş “yeniden yaratılır”. En azından kişisel düzlemde. Müftüoğlu’nun anlattıklarında ise şeytanın hiç parmağı yok. Ne yaşandıysa, nasıl yaşadıysa, zaman zaman pişmanlıklarla, “Hata ettik” diyerek aktarmış Bostancıoğlu’na...
Türkiye’de devrimin yazılmayan tarihini merak edenler Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan bu kitabı mutlaka okumalı.

* Az gördüğümüz açıklıkta bir kitap var elimde. Bu söyleşiyi yapmaya nasıl ikna oldunuz?
Doğrusunu istersen, anı falan yazmayı düşünmüyordum. Türkiye’nin son 40-50 yıllık, büyük çalkantılarla dolu yıllarında yaşadım... Darbeler, idamlar, katliamlar, sol içerisinde ayrışmalar...

* Elinizde hiçbir arşiv yok değil mi?
Bir dönem için doğru dürüst fotoğrafımız bile yok. Belge bırakmaktan, iz bırakmaktan korktuğumuz yıllar. Benim böyle bir
çalışmaya ikna olmamda özellikle son dönemlerde sol hareketin geçmişi hakkında ileri sürülen olumsuz değerlendirmeler de etkili oldu. Kişisel düzeyde yapılan bu tür işlerin üzerine bir de düzene, iktidara yedeklenen liberal kesimlerin geçmişi sistemli olarak bilerek çarpıtmaları eklendi. Solun geçmişine; pek çoğu yakın arkadaşım olan, çok değerli, çok güzel insanların anılarına hakaret edilmeye başlandı.

“Cezaevinden çıktıktan sonra da kaldığımız evleri sakladık”
* İz bırakmamak için çabaladığınızı anlattınız. Bir dönemi sanki bu dünyada hiç yaşamamış gibi yaşadınız. Bu durumun sizdeki yansıması ne oldu?
İsimlerimiz sahteydi. Eşimin de, benim de... Evi sahte isimle kiralıyoruz, ehliyetimiz sahte. Çevremizdeki çocuklara da kendi ismimizi söylememeyi öğretiyorduk. 1974 yılında tahliye olduktan sonra evlenmiştim. Ama o koşullarda düzenli bir evimiz, düzenli bir aile hayatımız olmadı. 90’lı yıllardan sonra koşullar tabii çok değişti. Ama bizim alışkanlıklarımız cezaevinden çıktıktan sonra da devam etti. Uzunca süre kaldığımız evleri herkesten saklamaya çalıştık. Evdeki telefonları kullanmazdık. Eve gelirken dışarıdan bir telefon kulübesinden evi arardım. Eşim telefonu açar, “Yanlış numara” diye cevap verirdi. Ben de böylece evde bir sorun olmadığını anlayarak eve gelirdim. Buna yaşamamış gibi yaşamak değil de başka türlü bir yaşamak demek belki daha doğru.

“Mermisi namluya sürülmüş tabancayla yakalandım”
* Türkiye’nin tarihinde varsınız, kişisel tarihinizde yok gibisiniz.
Kişisel tarihimiz açısından belki yok gibi, ama var! Benim ismimi 12 Eylül’e kadar çok az kişi bilirdi. Mahir Çayan’ın arandığı dönemde ben de Dev-Genç yöneticisi olarak aranıyordum ama ikinci plandaydım. Polisin elinde sadece bir küçüklük resmim varmış, televizyonda arananlar listesi yayınlanırken onu kullanıyorlardı. Bir keresinde bir arkadaşın evinde otururken televizyonda o resmi gören arkadaşımın annesi ben olduğumu anlayamadan “A evladım, çok da küçükmüş” demişti. Aranıyordum, hatta 50 bin lira ödül vardı: Ölü veya diri. Ama ben hiç aranmıyormuş gibi Ankara’da taksiyle, dolmuşla ortalıklarda koşturup duruyordum.

* Yakalanacağınızı hiç düşünmüyor muydunuz?
En azından sağ yakalanmam diye düşünüyorduk. Bir de belimizde silahlar vardı. Deli gibi 14’lü tabancayla yakalanmıştım; tabancanın emniyeti açıktı, ağzında da mermi vardı. İhsan Parlak “Oğlum siz delisiniz, silah taşımayı da bilmiyorsunuz” demişti. Ama namluya mermi sürmeye vaktimiz kalmazsa diye öyle dolaşıyorduk. Üç gün önce bir arkadaşın vurulup ölmüş, ruh halin bu...

* Arkadaşlarınızın ölümlerini nasıl yaşadınız? Mesela Ulaş Bardakçı...
En yakınımdaki insanlardan ilk kayıp Ulaş’tı. Daha önce de ölen arkadaşlarımız oldu. Ölümleri biraz metanetle karşılamaya çalışırdık, nasıl olsa biz de bir yerde vurulup ölebilirdik. Hatta şakalaşırdık, fotoğraf çektirelim de ölünce pankartlarda yakışıklı bir resmimiz olsun diye... Ulaş’ın öldürüldüğü gün Ertuğrul (Kürkçü) ve Mahir (Çayan) ile birlikteydik. Gece sabaha karşı nöbette olan Ertuğrul bizi “Ulaş’ı öldürdüler” diye ağlayarak uyandırdı. Gözyaşlarımızı tutamadık.

* Aradan bunca yıl geçti. Aklınıza sık sık gelirler mi?
Gelirler tabii. Sonraki 20-30 yıl boyunca, özellikle de 1991 sonrası çok anma toplantıları oluyor. Oralarda konuşmakta zorlanırım. Onları anlatmaya çalıştığım zaman çok duygulanırım. Cemal Süreya’nın “Sen öldükten sonraki güzelliğindesin” diye başlayan bir şiiri var. Onları o güzellikleriyle hatırlarım. Bazen “Onlar öldü, biz hâlâ yaşıyoruz” diye belki manasızca şeyler gelir aklıma...

“Bacı kültürü diye bir şey yok. Biz başka yerde mi yaşadık?”
* Bu kitapta neden öne çıkan bir kadın ismi yok?
Aslında 12 Eylül öncesinde ve sonrasında hareket içinde çok sayıda kadın arkadaşımız vardı. Belki yeri gelmedi, sorulan sorular bağlamında konuşurken yeri gelmedi, isimlerini anamadık. Zaten benim ilişkilerim çok dar bir alanda yoğunlaşmıştı, çok az sayıda insanla görüşüyordum. İster istemez anlattıklarım da o dar çerçevede kaldı.

* Adnan Bostancıoğlu’nun da altını çizdiği, sol hareketteki kadın-erkek ilişkisine yöneltilen eleştiriler var. Soruyu tekrarlayayım. Mesela hareket içinde aşkı yasaklayan “bacı kültürü”...
Çok doğru değil o. Biraz abartılmış bir konu.

* Neden böyle biliyoruz peki?
80 sonrasında sol hareketin geçmişini küçümseme, özgürlükçülüğü yoz bir çerçevede görme modasının bir sonucu bence. Bacı kültürü varmış, aşk yasakmış. Peki de, arkadaşlarımızın hepsi birbirlerinin sevgilisi, eşiydi. Bunlar gizli gizli yasak mı deliyorlardı? Benim tanıdıklarımın hepsinin sevgilileri vardı. Biz başka yerde mi yaşadık? Belki hareket tabana yayılıp kitleselleştikçe, yöresine göre farklı uygulamalar olmuştur.

MİT Demirel’i uyarmış: “Müftüoğlu ailesi size takmış; Oğuzhan beceremedi, sıra Osman’da”
* Çok ünlü bir akrabanız var; Osman Müftüoğlu. Ne kadar yakınsınız?
Osman’ın babası Abdullah Müftüoğlu benim amcamın oğluydu. Selahattin Duman akrabalığımıza dair mizahi bir yazı yazmıştı. Osman, Süleyman Demirel’in doktorluğuna atanacağı zaman güya MİT, Demirel’i uyarmış;
“Bu adam anarşist Oğuzhan Müftüoğlu’nun yeğenidir, Müftüoğlu ailesi size takmış; Oğuzhan beceremedi, sıra Osman’da” diye. Demirel yıllar sonra bir keresinde “Hey gidi Osman, nereden nereye” diye takılmış.

Kitaptan
“Yılmaz Güney, Mahir Çayanları saklamıştı”
“Mahirleri yakalamak için İstanbul’da bütün evleri, bütün işyerlerini tek tek arıyorlardı. Mahirler de ne yapalım diye düşünüyorlar. Yılmaz’ın (Güney) evine geçiyorlar. Anlatıldığına göre o arama sırasında Yılmaz’ın evine de gelmişler, ‘Kaçakları arıyoruz’ demişler. O da gülerek ‘Buradalar’ demiş. Hakikaten oradalar ama! Askerler de gülüşmüşler tabii. Şöyle bir bakıp gitmişler. O ara tavanarasındaymış Mahirler.”

“Acaba yakalanmasaydım Kızıldere katliamı olmaz mıydı?”
“Kızıldere’nin benim üzerimdeki etkisi son derece derin oldu. İstanbul’da yargılandığımız ikinci THKP-C davasının iddianamesinde Kızıldere’ye doğru gelişen olaylar anlatılırken, Mahirlerin Karadeniz’e geçişleri hep benim yakalanmamla bağlantı içinde anlatılıyordu. Ben yakalanmamış olsaydım acaba olaylar nasıl gelişirdi? Benim ve orada kaybettiğimiz arkadaşlarımızın akıbeti nasıl olurdu? Dikkatsizliğim sonucu yakalanışımın sebep olduklarının sıkıntısını içimde uzun süre taşıdım.”

“Solun geçmişini darbecilikle suçlayanlar darbeci kanattaydı”
* Solun kötülenme çabalarından bahsettiniz? Sol neden ürkütüyor?
Evet, dünyadaki ve Türkiye’deki gelişmelerin bir sonucu olarak bugün için sol büyük bir tehlike değil. Buna rağmen bir karalama kampanyası var çünkü Türkiye’de uygulanmakta olan yeni sağ politikalara solu eklemlemek istiyorlardı. Açıkçası, AKP eliyle yürütülen politikalara soldan bir payanda oluşturmak... Bu, solu kendi geçmişinden koparmadan yapılabilecek bir şey değildi. Maalesef bunun için solun içinden devşirdikleri birtakım insanları kullandılar.

* Onlar niye devşirildiler?
Söylemekten hicap duyduğum nedenlerle. Kendi gayretkeşlikleri de oldu. Kendilerini kanıtlamak, yeni yaptıkları işi meşrulaştırmak için geçmiş üzerine bir ideolojik saldırı yapmayı zorunlu gördüler.

* Kitabın sonunda “İnancımı yitirmedim” diyorsunuz. Onlar inançlarını yitirenler mi?
İnanç yitimi esas mesele tabii. Bunda 80’lerden sonra dünyada sosyalist kampta yaşananların, küreselleşme sürecinin yorumlanmasındaki farklılıkların ve değişik çıkar ilişkilerinin de önemli rol oynadığını düşünüyorum. Neoliberalizm denen şeyle hem solu bırakmamış gibi görünüp hem de yeni iktidar güçlerinin eline geçen olanaklardan yararlanma yolu açılıyor.

* Solun geçmişine yönelik en yaygın suçlama darbecilik...
Geçmişte Türkiye solu içinde darbecilik, cuntacılık olmadığını iddia etmiyorum. Sol içindeki ayrışmalar 12 Mart öncesinde darbe söylentilerinin, hazırlıklarının hızlandığı dönemlerde başladı. Şimdi solun geçmişini darbecilikle suçlayanların hepsi; Hasan Cemal, Halil Berktay, Şahin Alpay, Oral Çalışlar, hepsi darbeci kanatın içindeydi. Benim karşı çıktığım şey, onların kendilerine ait bir görüşü solun bütününe mal ederek geçmişi tümüyle suçlama yolunu tutmalarıdır.

* Hasan Cemal’in Dev-Genç’in darbeci amaçlarla kullanıldığı iddiasına da itirazınız var kitapta.
Hasan Cemal bir yazısında bir olay anlatıyor. Dev-Genç içindeki bir grubu, Aktan İnce grubunu bir yerlere bomba atmak için ikna etmişler; Kızılay’da bir miting sırasında polisle çatışma çıkarılacak, bomba atılacak. Bu, bir yere kadar doğru. Ama sonra olay öyle gelişmiyor ki. Dev-Genç yönetimi bu tertibi öğrenmiş ve engel olmuş. Ama Hasan Cemal işin bu yönünden hiç bahsetmiyor, “Cunta ortamı oluşturmak için Dev-Genç’lileri bomba atmak için kullandık” diyor. Benim karşı çıktığım bu.