Pazar “Holokost’u mitten ayırdık”

“Holokost’u mitten ayırdık”

06.03.2016 - 02:30 | Son Güncellenme:

En İyi Yabancı Dilde Film Oscar’ını “Saul’un Oğlu” ile kazanan yönetmen Laszlo Nemes, Holokost’u konu alan filmlerin kullandığı dilden hüsrana uğradığını söylüyor: “Ulaşılması gerekenin tersi bir etkiye neden oluyorlar”

“Holokost’u mitten ayırdık”

Sinemada çok az yönetmenin kariyeri Laszlo Nemes’inki kadar parlak başladı. Macar sinemacının ilk filmi “Saul’un Oğlu / Saul Fia”, geçen yılki Cannes Film Festivali’nin ana yarışma listesinde gözüktü. Yarışmada, önemleri tasdiklenmiş sinemacıların arasında çok az yeni isme yer açan Cannes’a ilk filmiyle girebilen Nemes’i sinema dünyası çok merak etti. “Saul’un Oğlu” Cannes’da ilk gösterildiğinde saatler içinde son yılların en başarılı ilk filmlerinden biri olarak nitelendirildi ve ikincilik anlamına gelen Büyük Jüri Ödülü aldı. Ardından Altın Küre’ye ve geçen hafta da Akademi Ödülleri’nden En İyi Yabancı Dilde Film dalında Oscar’a uzandı.

Haberin Devamı

Bunların nedeni basit: Şu anda Türkiye’de gösterimde olan “Saul’un Oğlu” gibi bir filme duyarsız kalmak imkansız. 1944 yılında, Auschwitz’de geçen filmde, ölüm kamplarının ayak işlerini yapan tutuklulardan oluşan Sonderkommando birliğinden Saul, bir çocuk cesedine “oğlum” diyor. Onu dini usullere göre defnetmeye çalışıyor. Saul’un yüzünden ayrılmayan kamerayla ilerleyen film, seyirciyi ölüm kamplarının bir fabrika gibi işlediği dehşetiyle yüzleştiriyor.

Cannes’da bir yuvarlak masa söyleşinde bir araya geldiğimiz Nemes’in sinema dili üzerine kafa yormuş, neyi nasıl yapacağını çok iyi bilen bir yönetmen olduğunu anlıyorsunuz.

“İzleyiciyi bir yolculuğa çıkarmaya çalışmalısınız”

- Başından beri Sonderkommando’lardan birini mi merkeze almayı planlamıştınız?

Haberin Devamı

Filme asıl kaynaklık eden Sonderkommando üyelerinin yazdığı raporlar oldu, filmin fitilini ateşlediler. 10 yıl önce o belgeleri okuduğumda şoke oldum. Bir gün şu hikaye aklıma geldi. Bir adam var, insanları yakması gerekiyor. Derken bir çocuk buluyor ve onu gömmek istiyor. Bu izlek başından beri aklımdaydı.

- Holokost sinemanın sık sık irdelediği bir konu. Sizin tarihin bu sayfasına farklı bir bakışla odaklanma nedeniniz neydi?

Sinemanın bu dönemin olaylarını ele alırken kullandığı dilden hüsrana uğradım. Çok duygusal ve hassas üsluplar karşınıza çıkıyor. Ve sonuçta bence ulaşılması gerekenin tersi bir etkiye neden oluyorlar. İzleyiciyi bir yolculuğa çıkarmaya çalışmanız lazım. Oysa bu dönemi konu alan çoğu film, “Şu oldu, bu da oldu, sonra bu kötü adam da vardı” izleğinde gidiyor. Bütün bu katmanlar karanlık, kötü bir dünya resmediyor. Biz Holokost’u mitten ayırıp o dönemi tekrar günümüze getirmeye çalıştık. Bunu tarih oldu diye görüp geçemeyiz çünkü Holokost insanların kurduğu bir organizasyondu. Bir noktadan sonra da ölüm kampları bağımsız işleyen bir yapıya dönüştü.

“Ben filmimde kendi neslime ölümden bahsetmek istedim”

- Claude Lanzmann’ın “Shoah”sını izlediniz mi?

Elbette. Ama “Shoah” kurmaca değil, belgesel. Defalarca izledik. Bu dediklerimin dışında bir yapıt tabii ki.

Haberin Devamı

- Peki “Schindler’in Listesi” hakkında ne düşünüyorsunuz?

Çok yetenekli insanlar tarafından çekilmiş, iyi bir film. Çok dramatik, epik ve hayatta kalma üzerine. Hayatta kalmak bir istisna. Biz “Saul’un Oğlu”nda istisnalarla ilgili bir film çekmek istemedik, gerçeklerle ilgili bir film çekmek istedik. O gerçek de katliam ve ölüm. Savaş sonrasında geçen ve insanların hayatlarına devam etmeye çalışmasını konu alan filmler, bunların hepsi hayatta kalmak üzerine. Ben ise filmimde kendi neslime ölümden bahsetmek istedim.

- Sizi ölümden bahsetmeye, “Saul’un Oğlu”nu çekmeye iten kişisel nedenler mi var?

Birçok kişisel neden var. Aileden gelen ama tam anlatılamayan, açıklanamayan hikayeler erken yaştan beri kafamı doldurdu ve beni bu konudan bahsetmeye itti. O dönemden söz ederken, olaylardan, gruplardan söz ediliyor. Oysa insanlardan bahsetmemiz lazım. Bir ölüm kampında biri neyi görüyor? Ne kadarını görüyor? Kampların bugüne kadar tanrı göz tarafından görünüşüne şahit olduk. Kampta kimse tanrı göz bakışına sahip olamaz. Herkesin kendi bakış açısı vardı. Dar, engellenmiş bir bakıştı bu.

Haberin Devamı

“İma etmek göstermekten her zaman daha etkilidir”

- Filmi çekerken kendinize nasıl etik sınırlar koydunuz?

Bunlar sinemanın temel soruları aslında. Çok fazla gösterdiğinizde geriye çok azı kalır. İma etmek göstermekten her zaman daha etkilidir. Holokost’u konu alan bir filmde ise çok azdan birazcık daha fazlasını gösterseniz bile bu bir hataya dönüşür. Çünkü kampların dehşetini basitleştirirsiniz ve buna asla hakkınız yoktur. Krematoryumda çalışan bir adamı merkeze alıyoruz. Her zaman onun bakış açısına sadık kaldık. O dehşete bakmıyor çünkü alışık.

- Başrolde Geza Röhrig’le çalışmaya nasıl karar verdiniz?

O bir aktör değil ama insan olarak karakterimin özelliklerini sergiliyor, saplantısı, odaklanması, sertliği... Diğer yandan da dindar ama kendini sürekli sorguluyor. Hiçbir zaman bir aktörle çalışmak istemedik.

- Ülkenizde Holokost’un gölgesi var mı?

Haberin Devamı

Macarların umurunda bile değil. Evet, bu anılar orada ve yakalarını bırakmıyor. Hatta bütün ülkeyi dibe çekiyor ama bilinçaltında. Kimse yüzleşmiyor. “Babaannem ölüm kampına gönderilen komşusunun altınlarını aldı” demek kolay değil, kimsenin de işine gelmiyor.

“Sinema bu işi bilen birinden öğrenilir”

- Macar sinemasının usta ismi Bela Tarr’la ne kadar çalıştınız?

Onun asistanıydım iki yıl boyunca. Okulum buydu. Her şeyi öğrendim. Usta çırak ilişkisine güvenirim. Bence sinema okuyanların birbirilerinden öğrenecekleri bir şey yok. Sinema bu işi bilen birinden öğrenilir.