Pazar İşlerini bırakıp sultan oldular

İşlerini bırakıp sultan oldular

24.04.2001 - 00:00 | Son Güncellenme:

Bazısı doktor, bazısı mühendisti. Kimileri yeni üniversiteye başlamıştı. Bir gün gazetede bir ilan gördüler ve davullar çalmaya başladı. İşlerini bırakıp birbuçuk yıllığına bir stüdyoya kapandılar. 3 Mayıs günü perde açılacak ve "Sultans of the Dance" başlayacak

İşlerini bırakıp sultan oldular

İşlerini bırakıp sultan oldular

Bazısı doktor, bazısı mühendisti. Kimileri yeni üniversiteye başlamıştı. Bir gün gazetede bir ilan gördüler ve davullar çalmaya başladı. İşlerini bırakıp birbuçuk yıllığına bir stüdyoya kapandılar. 3 Mayıs günü perde açılacak ve "Sultans of the Dance" başlayacak

AHMET TULGAR

Karşımda üç adam. Sadece birini önceden tanıyorum. Yılmaz’ı. Yılmaz Erdoğan’ı. Diğer ikisinden biri Yılmaz’ın ağabeyi Mustafa, Mustafa Erdoğan. Öbürü ise Güvenç Kılıç. Bu üç adam bugünlerde tatlı bir telaş içinde.
İçlerinden biri jaluziyi açıyor. Karşımızda 90 genç, diri, muhteşem beden. Ritmik hareketlerle deviniyorlar. Jaluzi tekrar kapanıyor.
Perde ise 3 Mayıs günü açılacak. Ve Mydonose Showland’de Cumhuriyet kültür tarihinin en büyük dans projelerinden biri sahne alacak: Sultans of the Dance / Dansın Sultanları. Anadolu’da yapılmış 3 bin dansın didiklenmesiyle elde edilen, yüzlerce figürden oluşan bir gösteri.
Mydonose Showland Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Güvenç Kılıç, folklor hocası ve koreograf Mustafa Erdoğan, bir de malumumuz Yılmaz Erdoğan bu projeyi bugüne taşıyan isimler.
Yılmaz’ın deyimiyle "kolejli" Güvenç Kılıç, Mydonose’a yurtdışından getirdiği bazı dans topluluklarını izlerken neden Anadolu dansıyla da bu tür bir prodüksiyon yapılmadığını düşünür. Bu düşüncesini Yılmaz’a açar. Yılmaz’ın ağabeyi Mustafa Erdoğan da yıllarca folklorculuk yapıp dünya şampiyonlukları kazanmış, bir yerde tıkanmış, çıkış yolları yarım kalmıştır. Bu iki adam Türkiye’nin yeni kültürel kavşağı Yılmaz Erdoğan üzerinden buluşurlar.
Gazetelere ilanlar verilir. Profesyonel dansçıların yanı sıra o güne kadar doktorluk, mühendislik, öğretmenlik yapmış gençler arasından potansiyel dansçılar seçilir. Bir buçuk yıl günde 10 saat dans eden bu insanlar Mayıs 2001’e yaklaşırken dans sultanları olarak tahta çıkmayı beklemektedir artık.
Dansın sultanları 3-6 Mayıs tarihleri arasında Mydonose Showland’de İstanbul seyircisinin karşısına çıkacak, hemen ardından da yurtdışına seferler düzenleyecek.
Projenin üç mimarı ile hummalı bir günlerinde buluştuk.

"Dansçılarımız bir buçuk yıldır stüdyoda hapiste"
GÜVENÇ KILIÇ (Yapımcı)
Neden böyle bir proje?
Bu Mydonose’un doğuşuyla başlayan bir felsefe. Şimdi Mydonose Showland kuruldu ve biz gidiyoruz yurtdışına, şovlar arıyoruz, buluyoruz ve Türkiye’ye getiriyoruz. Durmadan getiriyoruz. O zamandan beri düşünüyoruz, "Bu müthiş bir sektör ve müthiş bir iletişim aracı. Niçin biz de yurtdışına bu tür bir gösteri gönderemiyoruz?" diye. Şimdi biz İrlanda’dan Spirit of the Dance’ı getirdik mesela, ayakları yere vurarak yapılan "tap" dansından üç şov çıkarmışlar. Anadolu ise dans açısından hazine.
Yılmaz’la bir araya gelişiniz nasıl oldu?
Yılmaz’a hep danışıyorduk, Mydonose’da ne yapabiliriz, diye. Dans konusunda düşündüklerimizi açınca bize ağabeyini, Mustafa Erdoğan’ı önerdi. "Ne iş yapar?" dedik. "Daily News’ta gazeteci" dedi. Şimdi Yılmaz’a da bir şey diyemiyoruz. Ama bir tanıştık, Mustafa Erdoğan bize kafasındakini bir anlattı, bizimkiyle birebir örtüşüyor. Hemen başladık.
Uzun vadeli bir proje . Türkiye’de, özellikle gösteri dünyasında vurkaç işlerle yetinilir halbuki...
Tabii, bir buçuk yıldır bu ekip burayı bir üs gibi kullanıyor. Hatta kendi aralarında "hapishane" diyorlar. Kendilerine de "gönüllü mahkum" diyorlar.
Mydonose’un artık üretim amacı da mı olacak?
Evet. Aslında yurtdışından şov getirmek zor bir iş değil. Verirsin parasını, getirirsin. Ama önemli olan üretim. Bizim burada bir şeyler üretip yurtdışına götürmemiz. Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu kriz hep üretim yapılmamasından kaynaklanmadı mı? Üretim yapılmazsa kimden vergi alınacak?

"Dansçıların bardaki hareketlerine bile karışırım"
MUSTAFA ERDOĞAN (Koreograf)
Sizi Sultans of the Dance’in koreograflığına getiren süreç nasıl gelişti?
İlkokuldan beri halk danslarıyla uğraşıyorum. Bütün Anadolu danslarını kademe kademe öğrendim. Ve bu dansları kullanarak bir teatral dans gösterisi tasarladım. Henüz daha Gazi Üniversitesi’nde öğrenciyken. Okuldayken kurduğumuz halk oyunları ekibi birincilikler kazanıyordu. Bu birincilikler sonrasında okuldan kopardığımız birtakım olanaklarla bu teatral çalışmayı yapmaya çalıştım. Okulun olanakları yetmedi. Daha sonra Halay - Kur Derneği’nde Ankara’da yine bir parça denedim. Yine olmadı. Bilkent Üniversitesi’nde küçük bir modelini becerdik. Ve Mydonose yetkilileriyle konuştuktan bir hafta sonra dans sıralaması da dahil olmak üzere dosyayı ellerine tutuşturmuştum. Hâlâ o librettoyla çalışıyoruz.
Dansçıların çoğunu amatörler arasından seçmiş olmanız da ilginç. Amaç neydi?
Bu projeyi yapabilecek dansçı dokusu Türkiye’de hazır değildi. Bale yapanların başka danslarla araları pek iyi değil. Onun için biz kendi dansçılarımızı kendimiz seçtik. Günde 10 saat ders verdik onlara bu tempoyla. Onlara şunu diyorum: "Biz burada bir meslek yapmıyoruz. Dansçılık bir yaşam biçimidir. Dolayısıyla sizin dışarıda, bardaki hareketinizden de sorumluyum." Daha bar yüzü görmemişlerdir ama şöyle diyorum onlara: "Bara gidecekseniz de, kızlar beşinci pozisyonda, erkekler birinci pozisyonda duracak barda. Heykeller gibi durmak zorundasınız. Bu toprakların sanatını, yadsınmış ve itilmiş bir tür sanatı evrensel ölçütlere taşımak sorumluluğu almış insanlar buraya özgü bazı değerleri de taşımalıdır".
Herkes bu disipline uydu mu?
Evet. 92 kişi başlayan macera 90 kişiyle devam ediyor. Burada ziraat mühendisleri, doktorlar, öğretmenler çalışıyor. Hepsi işlerini bırakıp geldiler. Öğrenciler okullarını bırakıp geldiler. Samsun’dan, Hatay’dan.
Halk dansını stilize ettiğinizi söyleyebilir miyiz?
Stilize etmek ve çağdaşlaştırmak kavramlarını sevmiyoruz biz. Çünkü bizim devraldığımız emanet kutsal bir emanettir. Bir halkın 6 bin sene koruduğu bir dansı değiştirmek benim haddim değildir. Biz yorumluyoruz, esinleniyoruz. Ama yorumlarken de bir parça da hiç dokunmadığımız eski halini gösteriyoruz.

İskoç sultan
LINDA COLLIGAN (Dansçı)
"İskoçya’daki üniversite eğitimimi bitirdikten sonra bir buçuk yıl önce Türkiye’ye geldim. Birçok yeri gezdim. İstanbul’a geldiğimde bu projeden haberim oldu. Sınava girdim. Seçildim. Modern dansa, caz danslarına aşinaydım. Ama burada yepyeni danslar öğrendim. Ve Türkiye’nin kültürünü tanıdım."

"Halk oyunları bahçemizde yetişen semizotu gibidir"
YILMAZ ERDOĞAN (Süpervizör)
Senin yaptığın bütün işler hep dile ilişkindi. "Vizontele"de de dil çok önemli. Şimdi dansı bu bağlamda nereye oturtuyorsun?
Yazar Yılmaz Erdoğan’ın bu projedeki yeri yaratıcı yapımcılık olarak adlandırılabilir. "Vizontele"yi, "Sultans of the Dance"i; bundan sonra yapacaklarımızı ben Anadolu kültür hareketinin bir parçası olarak görüyorum. Hangi sanatı yapmak istiyorsan kardeş, işte hazine. "Hem dünya vatandaşı hem de sağlam bir Türkiye olmak mümkündür" diyen işlerdir bunlar. Bu sadece bir dans meselesi değil, bu sadece bir film meselesi de değil. Bu Fatih Terim’in meselesi, bu bizim meselemiz, bu Tarkan’ın meselesi. Dünyanın bizi sevmesi için kültürel sebepler üretmeliyiz. Türkiye içinde bulunduğu durumdan böyle kurtulur. Ankara’dan bir dehanın gelip bir şeyler yapmasını bekleyemeyiz. Eğer birisi yaparsa burası "Sultans of the Dance"in , "Vizontele"nin , daha iyilerinin yapıldığı ülke olur. Bu anlamda bu ulusal bir görevdir aynı zamanda.
Sultans of the Dance, bir anlamda Anadolu kültüründe bir hareketlenmeyi temsil ediyor yani...
Burası Anadolu, ta derinine indikçe kültürler bulunan bir yer. Sümerler, Asurlular, Selçuklular, Osmanlı. Burası bir kültürler mezarlığı da olabilir, bir cennet de olabilir. Sultans of the Dance bu kültürlerin peşinde olan bir şey. Benim sinemada da peşinden gitmek istediğim şey hep budur. Biz hiç siyasete falan ilişmeden bunu üreteceğiz. Aman siyaset de bize ilişmesin. Biz Türkiye’yi herkesin birbirini sevdiği çok daha güzel bir ülke yaparız. Hem de sadece dans ederek.
Bir de ders veriyormuşsun burada dansçılara. Neler anlatıyorsun?
İşte şimdi konuştuğumuz şeyleri. Onlar günde dokuz saat zıpladıkları için, bir saatinde de oturup konuşuyoruz. Ne yaptıklarını bilsinler diye. Onlara söylediğim tek şey şuydu: "Bir sahnedesiniz, 90 kişisiniz. Salonda da 5 bin kişi. Niçin o 90 kişinin içinde olduğunuzu gösterirseniz sahnede, o zaman başka bir şey yapmanıza gerek kalmaz. ‘Buradayım. Çünkü çok iyiyim.’ Çünkü gerçekten iyiysen söylemelisin. İyi değilsen iyi olduğunu söylemek bir hastalık. Ama iyiyken söylememek de başka bir hastalık. Türkiye’de insanların özgüveni kalmamış. Çünkü övgü kısırı bir toplumuz. Şimdi bu ortamdan yeni bir hareket çıkarmak gerekiyor. Ama bunun yolu da bifiil iş yapmaktır".
"Sultans of the Dance"den de "Vizontele" gibi bir başarı bekliyor musun?
Şimdi bütün sanat alemine soralım, "Sultans of the Dance’in seyirci şansı nedir?" diye, kesinlikle "Düşük" diyeceklerdir. Ve görecekler ki, bu ülkede bu maharet, bu hüner para eder, buna bilet alınır. Elin İrlandalı’sının hünerine bilet alıyoruz da kendi dansımıza niye almayalım? Halk oyunları semizotu gibi. Niye pazardan alayım ki? Bahçede çıkıyor. Biz onu bahçeden aldık, öyle bir yemek yaptık ki, hafif Avrupa sosları da koyduk içine, Amerikan sosları da. Öyle bir lezzet yakaladık ki... Ama ot bizim, ama bahçedeki gibi değil. Şimdi para ödeyeceksiniz buna. Ağır bir ihaleye girdik. Biliyorum, devlet de bize yardım etmez bu işlerde. Çünkü her iyi şey kötü şeyler de hatırlatır insana. Umarım, bundan çok fazla rahatsız olmazlar. Ama bizle dans etmek isterlerse, kimle dans ettiklerinin farkında oldukları sürece, hay hay.




PAZAR