Pazar ‘Kitabı yazınca kuş gibi hafifledim’

‘Kitabı yazınca kuş gibi hafifledim’

04.11.2012 - 02:30 | Son Güncellenme:

Cengiz Çandar, Filistin kamplarından Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın danışmanlığına, Amerika’dan Irak’a, Suriye’den İran’a uzanan 40 yıllık yolculuğunu “Mezopotamya Ekspresi”nde anlattı

‘Kitabı yazınca kuş gibi hafifledim’

Ama ne hayat!” dedirten bir kitap “Mezopotamya Ekspresi / Bir Tarih Yolculuğu”. 640 sayfada hem usta gazeteci Cengiz Çandar’ın hem Türkiye’nin hem Ortadoğu’nun 40 yılı, su gibi akıyor. Okuması rahat, anlatımı renkli ve etkileyici. İçinde yok yok... Tam bir tarih şöleni: Yaser Arafat’tan Celal Talabani’ye, Barzani’den Abdullah Öcalan’a, Turgut Özal’dan Recep Tayyip Erdoğan’a, İlker Başbuğ’dan Paul Wolfowitz’e pek çok isimle özel görüşmeler... Amerika, Suriye, Filistin, Irak ve İran hattında geçen yıllar... Kürt sorununa çözüm bulmak için kurduğu köprüler... Kaçak yaşadığı dönemler, mülteci kampları, Filistin tutkusu, Beyrut aşkı... Tarih yazılırken bizzat içinde bulunmuş, ona yön verenlerle yan yana durmuş bir gazetecinin bilgilendirici ve sürükleyici anıları rüyalarınıza kadar giriyor kitaptan çıkıp. Bilginize...

Haberin Devamı

Bu kitabı yazdıktan sonraki duygunuz ne oldu tam olarak?

40 yılı bir yandan da yük gibi taşıyorsunuz. Kitabı yazınca böyle kuş gibi hafifledim aslında.

Kitabı bir türlü yazamamanın sırrını Saramago ile açıklamışsınız: “İlhama inanmıyorum, yazmanın ilk şartı oturmaktır.” Bir türlü oturamama halinin motivasyonu neydi tam olarak?

Misyon duygusu ve onunla beraber gelen aktivizm. Biraz aile kökeni, yetişme tarzı, çok büyük ölçüde de mensup olduğum kuşağın yüklediği durumlar. ‘68 kuşağına mensubum. Aile kökeninin, yetişme ortamının etkisiyle de erken bir yaşta, dava peşinde koşan birisi oldum.

22 yaşında edindiğiniz o misyonu nasıl ifade edersiniz?

Nâzım’ın “Güneşe akın var! Güneşi zapt edeceğiz” romantizminin getirdiği, dünyaya hükmetmek onu değiştirmek... En başta yaşadığın ülkeyle birlikte yapacağınız bir iş. Fakat enternasyonalist bir dürtüyle bütün dünya hedefiniz.

Haberin Devamı

Aslında eşiniz Tuba Çandar’ın saptaması da çok sağlam. “Yaşamaktan yazmaya vaktin olmuyor senin” demiş. Nasıl bir yaşamaktı bu?

Çocuk yaştan itibaren, tarihle de çok ilgilendim ben. Biraz da bunda soyadımın Çandar olmasının etkisi var. Ankara’da doğdum, büyüdüm ama bayramlarda, çeşitli vesilelerle İznik’e giderdik. Her yer Çandarlı ismiyle dolu. Camiler, türbeler, bir sürü sadrazam.
“İznik’te her türbe önünde bir sadrazam atamıza dua edilirdi”

Osmanlı’ya beş sadrazam vermiş bir aile...

Ve onlar dedelerimiz gibi. Büyük dedem, babamın büyük babası hayattaydı. Erkek çocuğun erkek torunu olarak sanki Çandarlı sülalesi bende devam edecekmiş gibi bir duyguyla bana özel muamele yapılırdı. İznik sokaklarında dolaşırken her türbenin önünde bir sadrazam atamıza durulup dua edilirdi. Oradan kim bu adamlar, sadrazam ne, bu Osmanlılar nedir filan gibi sorularla bilinçaltım hep tarihe ve tarih merakına taşındı. Onlar tarihte rol sahibi olduklarına göre bizim de herhalde rol sahibi olmamız gerekiyor gibi bir anlayış, bilinçaltıma çok küçük bir yaşta zerk edildi benim.

Peki bunların bilince çıkması ne zaman oldu?

Benim bilinç travmam, bu oturamama hali ve ben kimim sorgulaması, ben kavramı ilk defa 1971 yılında temmuz ayında oldu. Filistin örgütlerinden birinin eğitim kampında gece saat 02.00 filan civarında nöbet tutuyorum. Olağanüstü güzel bir yaz gecesiydi; Şam ve yakınlarının gökyüzü çok güzeldir böyle. Elinizi uzatınca avuç avuç yıldız toplayacakmışsınız gibidir gökyüzü. Ben de gökyüzünün güzelliğiyle meşguldüm o gece. Omzumda bir tüfek, gökyüzüne bakıyordum. Tepenin yamacında Arapça sesleri ve İsrail sözcüğünü duyunca birden, aslında orada olmamın bir sürü cevabı olabilir ama o an, o sekans birden tuhaf bir beyin sarsıntısı yarattı bende. Birdenbire, ben kimim, ben neyim, ne yapıyorum burada, nereden geldim, nereye gidiyorum ve bütün bunlar niye oluyor sorusunu sordum. Çünkü bir ay öncesine kadar ODTÜ’de asistan, üst-orta sınıfı ailesinin iyi okutulmuş, yüksek bürokrat bir babanın, aydın bir annenin (annem hukukçuydu) çocuğuydum.

Haberin Devamı

Bulduğunuz cevap ne oldu?

Benim bulunduğum yaşa gelene kadar dünyadaki fotoğraf şu, ülkemdeki durum bu. Ben onlara karşı pozisyon aldım. Rol almaya kalkıştım ve onun sonucu mücadelenin ortasında kendimi buldum.
O mücadelenin beni getirdiği yer de dünyanın
itibarlı bir kurtuluş hareketi. Misyonum beni
nereye götürürse oraya gideceğim dedim.

Haberin Devamı

12 Mart’la birlikte hakkınızda kesinleşen yedi buçuk yıl hapis, iki buçuk yıl sürgün nedeniyle oradasınız. Peki, anne-babanız? Tuba Hanım’la da nişanlısınız...

Onlar bilmiyordu o sırada. Kesinleşmiş hüküm olduğu için benim ülke dışına çıkmam, içinde bulunduğumuz örgüt tarafından kararlaştırılmıştı tabii. Fakat ondan sonra yer altına çekildik biz. Herkesle beraber aranmaya başladık. Kamil Kırıkoğlu’nun evinde saklanıyordum, rahmetli babamın çok eski arkadaşı. CHP’nin genel sekreter yardımcısı o zaman, İsmet Paşa’yı deviren büyük operasyonun liderliğini yapan. Kimsenin aklına gelemiyor tabii, benim gibi bir adamın Kamil Kırıkoğlu’nun evinde bulunacağı. Gizlilik kurallarını çok ciddiye aldığımız için en yakınlarımızdan bile gizledik. Bir tek örgüt kuralını ihlal ederek nişanlıma, Tuba’ya söyledim ayrılırken nereye gidecek olduğumu, vedalaştık onunla.

Haberin Devamı

Annenizin durumu peki?

Annemi ülkeyi terk ettikten üç yıl sonra Avrupa’ya geçtiğimde, dünya gözüyle bir kez daha göreyim istedim. Annem Hollanda’ya geldi ve onu karşılamaya havaalanına gittiğimde gözlerime inanamadım. Bembeyazdı saçları ve ailesinde saçları beyaz tek kişi oydu. Teyzem, Halit Çelenk’in karısı Şekibe Çelenk, 90 yaşında ve bir tane beyazı yok saçında. Arada bir basılmaya devam ediyormuş ev. Hatta bir seferinde askerler, anneme yatak odasındaki dolabı açmasını söylemişler. Benim dolapta gizlendiğimi düşünüyorlardı. İçeriden silahla ateş edersem annemi vuracağım.

Nasıldı kaldığınız mülteci kampı?

İstanbul’daki eski Taşlıtarla’yı düşünün, onu biraz daha kötüleştirin ve daha yoğunlaştırın, hem yerleşim olarak hem de nüfus olarak. İki insanın yan yana geçemeyeceği, dar, labirent sokaklar, lağımlar ortadan akıyor, iri farelerin üstünden zıplayıp atladığı, böyle iskambil şatosu gibi evler, sert bir yumruk inse yıkılabilir. Onun içinde aileler yaşıyor.

Peki gitmek zorunda kalmasaydınız diplomat mı olacaktınız?

Aynen öyle, Allah korumuş beni yani.

Filistin Kurtuluş Örgütü’ne (FKÖ) katılmak için yola çıktığınızda yanınızda kimler vardı?

Şahin Alpay ve Atıl Ant.


“Filistin Kurtuluş Örgütü bugün bir şey ifade etmiyor”

1973’te Celal Talabani ile Beyrut’ta tanışıyorsunuz ve o günlerde Talabani, Kürt mücadelesinin en ön plandaki iki liderinden biri. Molla Mustafa Barzani ve o. Ve gel zaman git zaman Irak’ın seçilecek ilk cumhurbaşkanı oluyor...

Cumhurbaşkanı olduktan sonra Türkiye’ye yaptığı ilk ziyarette, Çankaya’da konuk ediliyor. Hasan Cemal, Mehmet Ali Birand ve benimle ayrıca görüşmek istedi. İçeride sekiz tane Iraklı bakan var. Bir de bizim Dışişleri’ni temsilen Murat Çelik, sonradan Bağdat Büyükelçisi olan. Benimle el sıkışmadı, sarıldı, sıktı, öptü iki saat. Aşırı görüntüsü nedeniyle, diğerlerine izahat vermek gerektiğini duydu. Döndü Iraklı bakanlara, yalnız odada Murat da var devleti temsilen, İngilizce olarak “Bizim Cengiz’le o kadar eskidir ki ilişkimiz, onunla çevirdiğimiz işleri Interpol öğrense, ikimizi de kırmızı bültenle arar şimdi” dedi. Dedim ki, “Hâlâ idrak edemedin, sen bir cumhurbaşkanısın, ben ise normal bir adamım. Devletimizin temsilcisinin önünde neler söylüyorsun...” Şakalaştık, nüktedan bir adamdır, espri yapmadan duramaz.

Bütün bu Ortadoğu siyasi aktörleri içinde en fazla etkilendiğiniz hangisiydi?

İki tane adam var benim hayatımda, duygularını beynime egemen olarak ağır bastıracak, yanlış olduğunu bilsem dahi sorgulamadan o yanlışı, onların yanında yapabileceğim. Biri Turgut Özal diğeri de Arafat’tır.

Talabani, Barzani, Humeyni?

Humeyni, karizma. Talabani, vefa. Barzani, saygı.

Bugün ne ifade ediyor FKÖ? O güne kıyasla...

Bir şey ifade etmiyor.

Bugünkü sol gençlik için FKÖ’nün muadili bir oluşum var mı?

Yok canım nerede. Zaten solun genel manzarasında da bu durumun etkisi var.

Peki bugün 22 yaşında olsaydınız gene Mezopotamya Ekspresi’ne biner miydiniz?

Bu soruyu sorduğunuz kişi o trenden inmediği için... Bilmiyorum, aslında bugün 22 yaşında olmak istemezdim herhalde.

Sadece orada olduğunuz yıllar, ilk 22-25 yaş arası değil, 40 yıl boyunca da ölümle o kadar burun buruna geliyorsunuz ki... Bugün nasıl bir ilişkiniz var ölümle, korkar mısınız mesela?

Ölmek istemiyorum. Ciddi olarak korkuyorum.

Bütün o yaşadığınız zorlu dönemler nasıl etkiledi ölüme bakışınızı?

Ölümle fazla dans edince hayattan keyif alma duygusu da hedonizm boyutlarına yaklaşacak ölçütte oluyor bir yerde. Her şeyi yaşa! Bir de Ortadoğu’dayken benim çok uzun bir hayat sonunda yatakta öleceğim, sanki öyle bir kontrat varmış gibi, duygusu geldi bana. 80’leri geçer 90’ları buluruz; bunun hiçbir temeli yok ama. Ve sanki böyleymiş gibi davranmaya başladım. İç bilgi gibi filan. Olacağım mı olmayacağım mı bilmiyorum.

“Ya eşitlik, ya eşitlik”

Özal’ın Fenerbahçe- Trabzon maçını seyrederken, devre arasına sıkıştırdığı soruyu sorsam: Kürt sorunu nasıl çözülecek?

Kitaptaki tespitim: Ya Türkiye Kürt sorununu çözecek ya da o sorun sorun olarak kaldığı takdirde olumsuz anlamda Türkiye’yi çözecek. Özellikle şu konuşmayı yaptığımız bu günlerde her gün bu kendini doğrulayarak tekrarlıyor. Kitabın yazılmamış tarihi yazmamak, Nostradamus’dan kalkmamak için biraz bilinçli olarak askıda bıraktığı son bölümlerden birinin başlığı
“Ya eşitlik, ya eşitlik”. Bunca yıllık kendi birikimim, dolaysız tecrübelerimle vardığım nokta, o başlığın ifadesiydi. Ya eşitlik, ya eşitlik. Daha ayrıntılı Türkçelendirirsek, Türkiye’nin Kürtleri, Türkleriyle aynı statüye sahip olduğu zaman bu Türkiye’de egemenliğin Kürtlerle paylaşılması demek. O paylaşım da bir sürü şeyin, bir sürü hakkın uygulamaya geçmesini ifade ediyor. O olmaksızın biz bu işin altından kalkamayız.

“Sosyal medyada hakkımda yazılanlar dehşet verici!”

Özal’ın danışmanlığını yaptığınız yılları nasıl hatırlıyorsunuz bugün?

Çok anlamlı bir işlevsellik içinde olduğum, bilgi olarak, üslup olarak zenginleştiren bir dönemdi. Çok erken gitti, yapacak daha çok işimiz vardı onunla. O yüzden tadı damağımda kaldı diyeceğim, özlemle andığım bir dönem. Ama birebir ismen, cismen bildiğim bir çok insanın nefrete varacak tepkilerinin de muhatabıyım.

O dönem için mi söylüyorsunuz?

O dönemden itibaren.

Bugün hâlâ böyle mi?

Tabii tabii. Ben bu sosyal medyada, Ekşi Sözlük’ten Twitter’a kendi hakkımda yazılanları okuduğum zaman dehşete kapılıyorum. Ben aynada her gün kendini gören biri olmasam, o yazılanlardan kendimi gözlesem, bundan daha iğrenç ve nefret tanrısı bir adam olamaz. İnanabilirim kolaylıkla.

Mezarın açılması konusunda ne düşünüyorsunuz?

Öleli 20 sene oldu Turgut Bey. Bedenine saygı gösterilmeliydi. Suikast mıydı değil miydi? Diyelim ki öyle oldu, zehirlendi. Ne olmuş olacak? Bu kanı doğrulandığı vakit, evet suikastle öldürülmüştür, çünkü şöyle bir adamdı, demek ki bunu böyle böyle yapmasını istemeyenler öldürüldü bilgisinin ötesinde tarihe bırakacağı ders nedir? Normal ölseydi bile o nedenle öldürülmek istenebilir bir adam olduğu duygusu ortadan kalkmıyor ki zaten.

“Bir davaya katkıda bulunmak için gazeteciliği araçsallaştırdım”

‘74’te Türkiye’ye dönüyorsunuz, ‘76’da gazeteciliğe başlıyorsunuz. Sizinki farklı türde bir gazetecilik aslında...

Filistin davası büyük bir davaydı ve benim bütün gazetecilik kariyerimin yönünü belirledi. Gazeteciliğe başladıktan sonra da ben misyon gazeteciliği yaptım. Taraf olmayı seçtim kendime ve bir davaya katkıda bulunmak için gazeteciliği araçsallaştırdım, öyle diyeyim. Gazeteciliğin bir tür vakanüvislik olduğunu söylerler. Bence banal bir laf, tarihe tanıklık eden, gördüğünü aktaran. Öyle anlayanlara bir itirazım yok, öyle de anlaşılabilir. Ama gazetecilik budur diye tek tanım doğru olmaz. Öyle gazetecilik yapılmasına bir itirazım yok da ben, onlardan değilim, olmadım ve olmadığım için de hiçbir rahatsızlık duymuyorum.

Gazetecilik hiçbir şeye ait edilmemeli, o ayrı bir şekilde yapılmalı diyenler de var...

Kupkuru bir şey oluyor o zaman. Yenmez o yemek. İnsanlar arasında yaşıyorsak, insana ait şeylerin aktarımı gibi bir işlev görecekse yaptıklarımız, bu kadar kuru olamayız. Öte yandan ‘had ve hak’ konusu da önemli.
Haddimi ve haklarımı bilerek yazdım bu kitabı da. Benim yaşam dilimime ve bana denk düşenleri yazdım. Buna hakkım var ama dünyaya adalet dağıtmaya hakkım yok. Bu doğrudur, bu yanlıştır demeye hakkım yok. Orada haddini bileceksin, sen bir tane fanisin. Hele böyle bir coğrafyada haddini bilmezsen olmaz. En son bölümde Kemal Cunblat’dan bir alıntı var. “Ortadoğu’da herkese yer var, yalnızca ihtiraslarına yer yok”.