Pazar "Kitap 1000 sayfaydı, uzunluğu beni korkuttu"

"Kitap 1000 sayfaydı, uzunluğu beni korkuttu"

31.05.2007 - 00:00 | Son Güncellenme:

Nilüfer Kuyaş'ın romanı "Yeni Baştan" 692 sayfa uzunluğunda. 27 Mayıs darbesini anlatan bu eser için beş yıl inzivaya çekilen, tuttuğu notlarla bir "kişisel çılgınlık arşivi" oluşturan Kuyaş, dönemle ilgili yazılan kitapların pek çoğunu da okuduğunu söylüyor: "27 Mayıs kapanmamış bir yara... Yüzleşmedikçe de sorunlarımız bitmeyecek"

Kitap 1000 sayfaydı, uzunluğu beni korkuttu

Nilüfer Kuyaş'la hep oturduğu, hep çalıştığı, hep yazdığı Yeniköy'deki kafede buluştuk. Güzel bir öğleden sonraydı. 692 sayfalık son kitabı "Yeni Baştan"ı konuştuk. 27 Mayıs devrimini, kitapta "tam o sırada" seferde olan hayali Ankara gemisini, karakterlerini, Türkiye'nin siyasi tarihini konuştuk... Gün bitti, "Yeni Baştan" ve üzerinde konuşulacaklar bitmedi. Tribeca benim ikinci evim, çok sevgili bahçem. Romanın bütün yazılış süresinde burada çalıştım. Evimin uzantısı gibi. O zor süreçte bana çok yardımcı oldu burası. Ben biraz kafe insanıyım; çayhanelere, kahvelere gitmeyi, yazı yazıp çalışmayı çok severim. Etrafımdaki renkler, benim konsantrasyonumu kolaylaştırır. Bu güzel yerde insanın ders çalışası falan gelmez... Kitap önce 1960'ta geçen vapur yolculuğunda, olgun adam-genç kız arasındaki romantik yakınlaşmanın tek katmanlı bir öyküsü olarak aklıma geldi. Yazamadım... Sonra 90'ların ortasında Türkiye'ye döndük, 28 Şubat'ı yaşadık. Gazetecilik yapıyordum, tam demokrasiyi kurmaktaki zorluklara daha yakından şahit olmaya başladım. Birdenbire bunu iki katmanlı, daha karmaşık bir hale getirdim. 1960'ta ve bugünde geçen bir öykü olarak daha cazip gelmeye başladı. Bu da bir romana dönüştü. İşimi zorlaştırdım ama öykü de zenginleşti. Bir insanın bugünden geçmişe bakıp kendi ailesinin sırlarını çözmeye çalışırken birdenbire ülkenin tarihinde bir yarayla, felaketle karşılaşması; büyük tarihle küçük tarih arasındaki gelgite tutulması daha karmaşık bir hale getirdi romanı. Bir an için büyük tarih, onu yutacak gibi oluyor. Bu kitaba, böyle bir konuya nasıl karar verdiniz? Karakterin ömründe hiç görmediği bir baba var. 27 Mayıs darbesinde yalan bir ihbarla tutuklanıp hapis yatmış. Kim ihbar etmiş? Kim ondan bu kadar nefret etmiş? Orada tabii korkunç bir tarihle karşılaşıyor. 27 Mayıs, korkunç bir çılgınlık; herkes herkesi ihbar ediyor. Bu arada toplum da çok kamplaşmış. Nasıl yani? Aynı sokakta karşılıklı kahveler bile CHP ile Demokrat Parti arasında bölünmüş. Toplum hakikaten ikiye ayrılmış. Ne yazık ki, çok partili sisteme geçtikten sonra, onu barışçı bir şekilde inşa edememişiz. Sonunda da darbenin gelmiş olması çok büyük bir trajedi. Nasıl bir kamplaşma bu? "İyi darbe, gerekli darbe diye bir şey olamaz" Zaten bunu istemedim ama içinde siyasi mesajlar var tabii. Anlatıcı karakter, ister istemez siyasi gerçeklerle karşılaşıyor. "Yeni Baştan" tamamen siyasi bir roman değil aslında. Hâlâ birçok insanın inandığı gibi, 27 Mayıs gerekli ve iyi bir darbe değildi. Zaten "gerekli, iyi darbe" diye bir şey olamaz. Şu anda yaşadığımız bütün açmazların, Türkiye'de siyasetin yarı ölü bir halde yaşamasının, temel siyasi sorunların çözülmemesinin kökeninde hep 27 Mayıs yatıyor. Asker o zaman girmiş siyasete. Atataürk'ün "Siyasete girmesin" diye büyük çaba sarf ettiği ordu, 27 Mayıs'la birlikte siyasete girmiş ve bir daha da hiç çıkmamış. Bir mesaj vermek istediniz mi? Var maalesef. Bugünkü AKP'yi 50'lerdeki DP ile, bugünün CHP'sini 50'lerdeki haliyle kıyaslamak mümkün değil. Müthiş çarpıcı benzerlikler düşündürten meseleler hep aynı: Dincilere ödün veriyorsunuz; Adnan Menderes, Said Nursi'nin elini öptü; okuldan çok cami yapıldı; hep aynı meseleler. Biraz önce bahsettiğiniz kutuplaşma bugün de yok mu? Şimdi, Türkiye Cumhuriyeti'nin rejim olarak laiklik meselesinde çok hassas olmasını gayet iyi anlıyorum. Ama son zamanlarda yapılan gösterilerden birinde bir pankart çok konuşulmuştu. Şöyle yazıyordu: "Türkiye laik değil, laik olacak." Çok yanlış. Türkiye tabii ki laik bir ülke. Olmasaydı, biz şu anda bu denli rahat oturuyor olamazdık. Eğer Atatürk'ün devrimlerinden bir tanesini seçecekseniz, laiklik bence en önemlisi. O sayede çağı yakaladık, o sayede bugün İran veya Irak değiliz. O zaman laiklik hep sorun olarak gündemdeymiş. "Siyasetle uzaktan yakından bir ilgim yok" Aslında ikisi de. Çok okumam gerektiğini biliyordum. Bir sene sonra yazmaya başladım, yoksa araştırma bitmeyecekti. Demokrat Parti ile, 27 Mayıs ile ilgili o kadar çok kitap var ki ancak çoğunu okudum. Sonra başlıyorsun çok partili dönem, 40'lar, öncesi... Bakıyorsun Türk ordusu her an tetikte ve hazırmış. Atatürk'ün ölümünden önce İsmet Paşa'nın hükümetten uzaklaştırılmasına karşı genç subaylar örgütleniyor. 1946 seçimlerinde birtakım subaylar DP'ye geliyor. 1950'de İsmet Paşa'ya "Emrinizdeyiz" diye geliyorlar. Kitaba dönersek, beş yıllık bir çalışmadan söz ediyorsunuz. Nasıl bir çalışmaydı bu? Okudukça daldınız mı, yoksa planlı-programlı bir çalışma düzeni mi oturttunuz? 50'leri okuyunca 40'ları merak ediyorsun. Sonra 30'lar, 20'ler... Tabii insan böyle bir konuda araştırmaya dalınca, bir daha çıkamaz gibi. O kadar değil ama Cumhuriyet tarihini okudum. Tanzimat'a kadar gidiyor yani! Hayır. Siyasetle uzaktan yakından ilgim yok. Büyükbabamın babama vasiyeti "Asla siyasete girme" olmuş. Babam biraz DP ile flört etmiş ama 1957'de "Bu partide demokrasi olmaz" diye istifa etmiş. "Biz bu partiye demokrasiyi getiriyoruz" diye bütün özgürlükleri vaat ederek iktidara gelen DP, söz verdiği bütün özgürlükleri tek tek geri alıyor! İroniye bakar mısın! Büyük bir trajedi. Keşke bunu yapmasalardı... O zaman iki partili, dengeli çok güzel bir demokrasi gelişebilirdi. Ben 27 Mayıs'ı hâlâ kapanmamış bir yara, hâlâ bedelini ödediğimiz büyük bir trajedi olarak görüyorum. Hâlâ demokrasinin o çocukluk hastalığı ile yüzleşemedik... Yüzleşmedikçe de sorunlarımız bitmeyecek. Siyasete bu kadar yakınlaşmışken, teklif gelse, "Aday adayı olur musunuz?" deseler, siyasete soyunur musunuz? Şöyle, ben değil ama benim adıma romanda hikayeyi anlatan Aslı yüzleşiyor. Ama gerçek trajedide suç paylaşılıyor: Herkes haklı, herkes suçlu. Siz kitapta bireysel olarak yüzleştiniz... "Kitapta asıl işlemek istediğim şey aile idi" O da olayın eğlence faslı. Ben müthiş keyif aldım. Her kesimden insan var; dedikodular, hesaplaşmalar var. Genç bir kıza rastlayan kırılmış bir adam var. Aslında esas işlemek istediğim şey burada ortaya çıkıyor, o da aile. Her iki karakter de ailesiyle yüzleşiyor kitapta. Onların yalanları, sırları, gizemleri çıkıyor ortaya. Kitaptaki vapur yolculuğunda da tam bir Türkiye örneği var gibi. Bizim anlatıcı kahramanımız, 60'taki o gemi yolculuğunu tekrar hayalinde canlandırmaya karar veriyor. Aslında bu romanın merkezinde bir oyun var. Hayat metne, tarih kurmacaya, gerçek insanlar da roman kahramanlarına dönüşüyor. Kitapta bir "şimdi", bir de 1960 var. Okuyucu bunu yazarla birlikte kuruyor. Anlatıcı, okuyucuyu çağırıyor. "40 yıl öncesine dönelim, o vapura binelim, kimse neler olduğunu anlatamadı" diyor. "Hikayeyi baştan kuracağım" diyor. Gayrimeşru ve romantik bir çocuk. Anne ve babasını bir aşk öyküsünde bulmak istiyor, o şekilde kendisini iyileştirmeye çalışıyor. Oyun nerede? Evet, beklediği gibi bir öykü çıkmıyor ortaya tabii. Gerçek bambaşka ama acıyla barışıyor. Küçük tarihteki acıyla barışıyor, büyük tarihi çözemeyeceğini biliyor. Babasını bir roman kahramanına dönüştürüyor ve onu yazıyor. Aslı mutlu oluyor mu sonunda? "Babam ölmeden önce bana 'Romanını iyi yaz' dedi" Çok uğraştım; tarihi bilgiyi ve siyasi düşünceleri romanın içine yerleştirmeye çalıştım. Konu ağır ve girift. Roman ister istemez siyasi bir güncellik yakaladı ama romanesk özellikleri de geride kalsın istemedim doğrusu... İçine oyun koydum; siyasi tarihle küçük tarih paralel giderken, büyük tarih yavaş yavaş geri planda kalmaya başladı. Ortalarından itibaren ağırlık merkezi değişti. Kızın babasıyla ilişkisi, küçük tarih ağır basmaya başladı. Kitapta gördüğüm bir şey var: Hiçbir tarihi bilgi, roman özelliğini bastırmıyor. Sanki bir beyaz dizi gibi de okunabilir. Bu denli rahat okunur yazabilmek de ne kadar zor. Babam disiplinci ve sertti. İyi ama uzak bir babaydı. Ancak ileri yaşlarımda dost olduk. Sizin babanızla ilişkiniz nasıldı? Evet. İlk araştırmaya başladığımda babama hep o dönemi anlattırıyordum, kitapları birlikte okuyorduk. Hastalandı, ölmeden önce "Romanını çok güzel yaz, söz mü?" dedi. Ben de "söz" dedim. Umarım tutmuşumdur o sözü. Ve kitabı yazarken babanızı kaybettiniz. "İkincisi çok daha kısa olacak" Disiplin, disiplin, disiplin. Yazı yazmak tamamen bir disiplin işi. Her sabah kalkıp işin başına oturuyorsun. Herhalde 30 defter falan not tuttum. Sonra defterler o kadar karıştı ki, onların fihristini tutmak zorunda kaldım. Bu denli yoğun bir çalışma temposu nasıl gerçekleşti? Kesinlikle... Daha da komiği, fihristin fihristini tutmaya başladım. O defterler de benim "kişisel çılgınlık arşivim" olacak! Çünkü hangi defterde hangi not olduğunu karıştırmaya başladınız, değil mi? Korktum... Aslında 1000 sayfaydı, kısalttım. Kesip kısaltmak yazmaktan daha uzun sürdü. Kitabın uzunluğundan korkmadınız mı? Beş yıldır inzivadayım! Yazamasam bile bunu düşünüyordum. Tarabya sahilinde yürüyüş yaparken kendi kendine konuşan bir kadına rastladı herkes! Balıkçılar alıştı. Ben yürüyordum ama o sırada kafamda bir sahne kuruyordum aslında. Beş yıl kitap için çalışmak, sosyal hayatınıza çok ciddi bir sekte vurmuştur herhalde. Hemen yeni bir kitaba başladım. Yoksa kadınların doğumdan sonra yaşadıkları "post-natal depresyon" başlıyor, müthiş bir boşluğa düşüyorsunuz. Bunun en iyi ilacı da, derhal bir sonraki kitaba başlamak. Ben de öyle yaptım, 40-50 sayfa yazdım bile. Peki bitti şimdi, ne yapacaksınız? Deneysel bir şey; aynı kişinin üç anlatıcıya dönüştüğü bir kitap. Venedik'te ve İstanbul'da geçiyor. Yaratıcılık arzusu, ölüm korkusu, evlilik ve gerçek sevgiyi irdeliyor. Bu defa çok daha kısa bir kitap! Şimdi ne yazıyorsunuz? 17 yıldır evliyim ve hâlâ kocama aşığım. Kitabı eşinize ithaf ettiğinize göre size çok yardımı olmuş bu dönemde. İstanbul'da doğdu. Robert Kolej'den mezun oldu. ABD'de Wellesley College'da felsefe okudu, Boğaziçi Üniversitesi'nde sosyal psikoloji mastırı yaptı. Beş yıl İngiltere'de felsefe doktorası yaptı, tezinden emin olmadığı için vermedi. 1982-1990 yılları arasında BBC Türkçe Yayınları'nda yapımcı ve sunucu olarak çalıştı. Türkiye'ye döndükten sonra Milliyet'te "Entellektüel Bakış" sayfasının editör ve yazarlığını yaptı. NTV'de üç yıl boyunca "Kritik" adlı kültür-sanat programını hazırlayp sundu. "Kritik" 1997'de, Radyo ve Televizyon Gazetecileri Derneği'nin Televizyon Ödülü'ne layık görüldü... Gazeteci Tayfun Ertan ile evli. 2000 yılından beri sadece edebiyatla uğraşıyor. İlk kitabı "Başka Hayatlar", 2004'te Memet Fuat Deneme Ödülü'nü kazandı. Kimdir?

Yazarlar