Pazar Mel, Nicole, Şiraz derken...

Mel, Nicole, Şiraz derken...

05.08.2001 - 00:00 | Son Güncellenme:

Mel, Nicole, Şiraz derken...

Mel, Nicole, Şiraz derken...

Mel, Nicole, Şiraz derken...

Bir fetih harekatı mı demeli buna, salgın mı, tiryakilik mi bilemem. Bildiğim, Amerika’da tam bir "Aussiemania" yani "Avustralyalı çılgınlığı" yaşandığı.
Sinemadan dansa, şaraptan modaya hayatın estetiğine keyifli birer katkı olan ne varsa, içinden Avustralyalılar çıkıyor. Amerikalılar, uzak kıtanın çehreleri, vücutları, lezzetleri, havası, suyu, hatta anlamakta zorlandıkları aksanı için deli divane oluyorlar.
Liseli çocuklar birbirlerine Aussie akranları gibi "Gidday mayt" diyerek selamlaşıyorlar, Hollywood’da "gladyatör" Russell Crowe’dan sonra "şövalye" Heath Ledger fırtınası esiyor, Tom Cruise’dan boşanmış olması hiç fark etmez, Nicole Kidman "sabık milli gelin" olarak bağırlara basılıp avutuluyor hâlâ.
"Şık ama rahat, doğal ama sofistike" görünüm peşindekiler, Avustralya dizayn ve üretimini pazarlayan "Country Road" butiklerinden giyiniyorlar. Sıkı biracılar, Coors gibi, Budweiser gibi sulu sepken Amerikan biralarını zaten içmezlerdi ama şimdi bir gömlek üstün Samuel Adams’ı da ya da Bass, Heineken, Becks gibi Avrupalı favorilerini de bir yana bırakıp, Avustralya’nın arpa suyu Fosters’dan şaşmıyorlar. Fosters reklamlarındaki fıstık Aussie’nin bira tenekesini alnına vurarak haşat ettiği sahne de, satışları etkilemiş olabilir tabii.
Atmosferden değil paradan tasarruf peşindeki orta sınıf gençlerinin popüler lokantaları listesinde, simgesi pergelleri açmış bir kanguru olan "Outback Steak House" zinciri baş sırada. Yılın en çok satan otomobillerinden biri, yine Avustralya’nın takma adını taşıyan "Outback". Üreticisi Subaru’nun Japon olduğuna bakmayın siz, reklamları ABD’deki Avustralyalı çılgınlığını ilk fişekleyenlerden Paul Hogan, nam-ı diğer "Crocodile Dundee" yaptıktan, timsah dolu nehirlerde direksiyon sallarken bol bol aksan döktürdükten sonra...
Yılın en çok izlenen televizyon programı da, bir grup gencin doğaya ve birbirlerine tahammül ederek kamp hayatı yaşadıkları, tahammül sınırını zorlayanların birer birer elendiği, 42 günün bitiminde sona kalanın da iyi gülüp, bir milyon dolar kazandığı "Survivor" dizisiydi. Tamam tamam, "Kızlı erkekli bir grup Allah’ın dağında bayırında ‘reality show’ yapar da seyredilmez mi" diyeceksiniz ama, "Outback" yani Avustralya’nın baltadan ve tuğladan nasibini almamış geniş arazilerinin şova mekan oluşturmasını da yabana atmayın.
Sahi bu iş ilk nasıl başladı?
Soruyorum, tahminler muhtelif. Parmaklar çoğunlukla, ilki 1986 yapımı "Crocodile Dundee" filmlerinde Amerikalılar’ı kırıp geçiren sürüngen avcısı Hogan’ı işaret ediyor. Bazen de, artık annelerin kızlarıyla paylaştığı iki kuşaklık bir efsane olan ABD doğumlu, Avustralyalı aktör Mel Gibson’ı. İlk kez Peter Weir’ın bize de dokunan filmi "Gelibolu" ile Hollywood’un dikkatini çeken Gibson’ın, son 15 yılda girmediği Amerikan rolü kaldı mı?
New York Üniversitesi’nde Avustralya Sineması üzerine dersler veren Toby Miller’a sorarsanız, "Pazarlanan Avustralya imajında, aslında kendi eskisini görüyor Amerikalılar." Nostalji yani.
Kidman ve Elle Macpherson gibi, "üstün insan" vücutları tabii ki bu imajı cilalıyor ama, Miller’ın esas kastettiği, elleri toprağı, kıçları at sırtını tanıyan erkeklerin cazibesi. Bir tür Vahşi Batı fantezisi, aksanıyla esrarı da artan, macerası daha tam tüketilmemiş kovboylara olan tutku. Ama "Crocodile Dundee" ne satarsa satsın, Miller da hatırlatıyor ki, "Aussie’lerin çoğu aslında kentlerde yaşamakta ve kanguruyu hayvanat bahçesinde görmektedirler."
Gelelim, beni asıl çarpan, bu yazıyı ille de yazdıran Avustralyalılar’a...
Baleye özel bir ilginiz yoksa, adını bilmeyebilirsiniz ama meraklısı için "ilah" statüsüne ulaşmak üzere bir koreograf Stanton Welch. Bittabi Avustralyalı.
Welch’i ve yarattığı dansı, geçenlerde New York’ta tanıdım ilk kez. Tütüler içindeki klasik baleyi artık bugünün hayatında pek de bir yere oturtamayan biri olarak, nefesimi tutup izledim. Balede yeni bir kulvar açan "chamber dance", yani "oda müziği" esprisindeki, "oda dansı" gösterilerinden biriydi bu. Welch, Debussy’nin solo piyano parçalarına uyarladığı balesi ile kapıyı kırdı, girdi hayatıma.
Baleden sonra, bir kadeh keyif ister değil mi?
Fransız, California, Şili derken bütün favori şaraplarımın mantarını dama attıran bir kadeh Şiraz’a niyetleniyordum ki, "Başka bir önerim var" dedi garson. Avustralya’yı
şarap piyasasında bir numara yapan bu derin kırmızılardan daha iyi ne olabilir? Yavaş yavaş, beyazda dünyayı sallamaya başladığını garsondan öğrendiğim bir Avustralya chardonnay’si önümüze gelince anladık. Serin, buruk ilk yudumlardan sonra, kadehler "Aussiemania" şerefine kalktı vesselam.




PAZAR