Pazar "Miyop kadın gizemli olur"

"Miyop kadın gizemli olur"

28.04.2002 - 00:00 | Son Güncellenme:

10 yılda 20 binin üzerinde göz tedavisi yapan Op. Dr. Sinan Göker: "Miyop kadınların bakışları buğuludur. Bu da onlara gizemli bir hava verir"

Miyop kadın gizemli olur

Sinan Göker: "Tıbbi açıdan ‘renkli göz’ kahverengi gözdür, yeşil ya da mavi değil"
"Miyop kadın gizemli olur"

10 yılda 20 binin üzerinde göz tedavisi yapan Op. Dr. Sinan Göker: "Miyop kadınların bakışları buğuludur. Bu da onlara gizemli bir hava verir"

Ahmet Tulgar

Sinan Göker başarılı bir doktor olduğu kadar genç bir girişimci de aynı zamanda. 14 yılda sahibi olduğu İstanbul Cerrahi Hastanesi’ni Türkiye’nin en çok iş yapan özel hastanelerinden biri haline getirmekle kalmadı, yeni teknolojilerle desteklediği yeteneği ve bilgisiyle bu süre içinde 20 binin üzerinde göz ameliyatı yaptı. Kıvırcık saçlı, mavi yani "pigmenti eksik" gözlü bu genç adamdan sonra Türkiye’de ünsüzler ve ünlüler arasında kendi deyişleriyle "lazerle göz çizdirmek" neredeyse bir modaya dönüştü. Bu ünlüler ve Göker’in halkın haber alma ve basının haber yapma özgürlüğüne saygısı sayesindedir ki göz ameliyatları da televolelerin en sık yaptığı haberlerden oldu.
Haftaya lazerle göz ameliyatı serüveninin 10’uncu yılını bir galayla kutlayacak olan Sinan Göker’le bir doku olarak gözden çok bir bakış olarak gözü, bir dil olarak bakışı konuştuk. Bir bilim olarak tıptan çok bir iktidar biçimi olarak tıbbı, ticaret olarak tıbbı konuştuk.

Neden göz doktoru oldunuz? Yani neden başka bir şey değil de, göz?
Tıbba psikiyatrist olmak için girmiştim. Fakat Cerrahpaşa’daki psikiyatri kliniğine gidince kafamdaki psikanaliz gibi şeylerin pek olmadığını gördüm, yani direkt hastalara ilaçlar dayanıyor, elektroşoklar çakılıyor. Branş değiştirdim. Göz çok güzel, temiz bir branş. Bir de popülerdi. Çünkü göz doktoru sayısı azdı o zaman Türkiye’de.

Ama bir girdiniz bu branşa pir girdiniz galiba. Sizle birlikte göz ameliyatı olmak "trendy" bir şey haline geldi.
Eğitimim biraz şanslı geçti. Çapa’da ihtisasımı yaparken Amerikalılar bir uçan göz hastanesi projesi başlatmıştı. Bir uçak az gelişmiş ülkelere gidiyor, ameliyathanesi, konferans salonu var, Amerikalı doktorlar bir de. Gittikleri ülkelerdeki doktorlara yeni ameliyat tekniklerini öğretiyorlar. Ben bu uçağın Türkiye’de kaldığı üç haftalık süre içinde Amerika’da bu işin "top (en üst)" uzmanlarıyla tanıştım. Sonra bu insanları burada ağırladık, gezdirdik, işte Boğaz, "belly dance (göbek dansı)", rakı filan. Onlar da beni Amerika’ya davet ettiler. Amerikalılar ellerindekini paylaşmaya çok açık insanlar. Amerikalı olsun, başka milletten olsun, hiç fark etmiyor. Bana babam kadar, kardeşim kadar yardımcı oldular yani. Bütün teknikleri öğrettiler bana.

"Hasta ameliyat sırasında sadece bir dokudur"
Ama bu uçan göz hastanesi, Amerikalıların o paylaşma eğilimi, bütün bunlar yeni teknolojileri, tıp araç gereçlerini satmaya da yarıyor, değil mi?
Tabii. Amerikan sistemi serbest ticaretle paralel giden, birbirini destekleyen şeyler. Ama yaptıkları alet satmaktan ibaret değil. Bu uçan hastane Türk doktorlarına çok şey öğretti. Bu bir vakıf projesiydi. Aletini satmak isteyen firmalar da destekledi projeyi. Firmaların da bir şekilde işine yaradı.

Yani tıp aşkı değil.
Ama ben bu doktorları tanıyorum. Bu doktorlar sadece yol parası karşılığında, oradaki işlerini güçlerini bırakıp sadece bu projeye destek olmak için geldiler.

Bu doktorların sponsoru olmuyor mu?
Firma sponsor oluyor ama o firma sponsor oldu diye, "Şu alet iyidir, alın" demiyorlar. Kongrelerde de zaten bir doktor sunum yaparken, "Ben şu aletle şu kadar başarılı oldum" derken, o firmayla anlaşmalı olup olmadığını, ticari bir ilişkisinin olup olmadığını söylemek zorunda.

Siz "kongre" deyince aklıma geldi; bana o tıp kongreleri o nüfuz etmekte zorlandığımız diliyle, uluslararası özelliğiyle bir gizli örgütün toplantısı gibi geliyor.
Masonik bir teşkilat gibi mi yani?

Tıp dilini sadeleştirmek, tıbbı daha saydam bir hale getirmek mümkün değil mi?
Bu kongreleri basın pek izlemez. Çünkü dilini anlamaz. Doktorlar da basının kongre izlemesinden pek hoşlanmıyorlar. Ancak Amerika’da doktorlar hastalarına çok açıklar. Hasta elinde upuzun bir soru listesi ile geliyor. "Gözüme hangi teknik uygulanacak?", "Siz bu tekniği kaç defa kullandınız?", "Başarı oranı nedir?", "Komplikasyon riskleri nedir?", hepsini soruyor. Doktorlar da uzun uzun izahat veriyorlar. Türkiye’ye geldiğimde bunun bizde neden böyle olmadığını düşündüm. Çünkü öğrenmek hastanın hakkı. Ama doktorlarımız bilgi vermeyi sevmiyor. Anlamayacaklarını mı düşünüyorlar acaba? Halbuki ben Doğu’dan gelmiş, ilkokul mezunu bir hastaya bile anlattığımda ne yapacağımı, anlıyor. Kendine göre nasıl anlıyor bilmiyorum ama memnun oluyor.

Aksi takdirde bütün iktidar doktorda oluyor, değil mi?
Tabii. Oysa doktorla hasta bir kontrat yapıyorlar. Doktor anlatmalı ki, hasta da bu kontratın diğer tarafını kendi rızasıyla oluştursun. Bu, hastanın hakkı.

Bir de bana tuhaf gelen şey, doktorların, hemşirelerin ameliyat sırasında ya da bayıltmadan yapılan bir cerrahi müdahale sırasında kendi aralarında futboldan, giyimden kuşamdan, aşktan, evlilikten bahsetmeleri. Emniyette işkenceciler de öyle davranıyorlar. Teslim olmuş bir bedene toplu bir müdahalenin getirdiği bir psikoloji mi bu?
Bu dediğiniz doğru ama doktorlarla polisler arasında bir analoji kurmanız doğru değil. Benzerlik olabilir ama doğru bir benzetme değil bu. Şimdi ameliyat tamamen teknik bir konu. Yani duygusal hiçbir şeyi o bedene, o işe yüklememek lazım. Hastayı bir doku olarak görmek durumundayız. Ameliyattan önce elini tutarız, konuşuruz, öperiz, ameliyattan çıkınca kucaklaşırız ama ameliyatta o bir doku olmak durumunda.

"İnsan kendini göz kaslarıyla ele veriyor"
Bir insanın gözlerinden, bakışlarından ne hissettiğini, ne düşündüğünü nasıl anlıyoruz? Bakış, ifade, bakışlarla konuşmak, bunlar bir organ kullanma, organ okuma teknolojisi midir? Bunun organik geri planı nedir?
Evet, bunun bir organik tarafı var. Ben insanlar arasındaki telepatiye inanıyorum ama bunun bir organik sebebi de var. Mesela gözbebeği duygusal her davranışa inanılmaz çabuk reaksiyon veriyor. Gözbebeği küçülüyor, büyüyor ve insan karşısındakinin gözbebeğinin hareketlerini okumayı şuuraltında öğreniyor.

Bu kadar küçük hareketleri, gözbebeğindeki bu nüansları mı okuyoruz?
Tabii. Biz yüzde 90 şuuraltı algılamasıyız. Karşıdaki insanın mesela saniyeden daha kısa bir zamanda küçülüp büyüyen gözbebeklerinden insan o kişinin o andaki duygusunu algılıyor. Entelektüel olarak olmasa bile şuuraltıyla algılıyor. Sonra gözün etrafındaki mimik kasları da inanılmaz çabuk duygulara reaksiyon veriyor. İnsan bu kaslarla kendisini ele veriyor.

Ama bazıları gözlerini susturuyor.
Göz etrafındaki kaslarını sustururlar ama gözbebekleri yine de yalan söylemez.

Peki, bakışları derin, ifadeli olan insanların bu kasları mı daha duyarlı yani?
Hayır, diğerleri bu kasların kontrol etmeyi öğrenmiş, bu ifadeli bakışların sahibi öğrenememiş ya da öğrenme ihtiyacı hissetmemiş, baskı altına almamış. Korkmamış duygularını ele vermekten. Ayrıca bu kasları kullanarak insan karşısındakini etkilemeyi de öğrenebilir.

Bir de göz bazen burnunun dikine gidebiliyor. Mesela gözümüz karşımızdaki kadının memelerine, karşımızdaki erkeğin bir adalesine kayıyor durmadan. Ya da ne bileyim bir sivilceye takılıyor gözümüz. Bunu engellemenin tekniği nedir?
Başarılı insan bunu zaten farkında olmadan belli tekniklerle öğrenmiştir. Konuşurken hemen dikkatini oralardan başka bir yere çekiyor, pro aktif oluyor yani, olayı kendi kontrolü altına alıyor.

Hep Doğuluların bakışlarının daha derin, gözlerinin daha güzel, daha anlamlı olduğu söylenir. Bunun nedeni nedir? Doğu insanı, üzerine sustuğu konuları gözleriyle anlattığı için mi bu böyle?
Doğan Cücenoğlu’nun bir tanımından söz etmek isterim burada: İnsan ikiye ayrılıyor. Bir can, yani içimizdeki gerçek benliğimiz, bir de yüz, yani sosyal kimliğimiz. Batılılarda yüz ön planda. Yani baktığınız zaman Batılılar gerçek kimliklerini hep arka planda tutuyor, sosyal normlara göre davranıyorlar. Doğu’da sosyal baskılar, sosyal normlar da devrede başka anlamda ama daha duygularıyla, daha canıyla davranıyor Doğulular. Daha canıyla davrandığı için de beden dilini daha çok kullanıyor. Gözünden, ses tonundan anlaşılıyor duyguları Doğuluların, Batı’da bu daha kontrollü. İkisinin dengeli olması lazım.

Niye bizde mavi ya da yeşil göze renkli göz denir?
Çünkü bizde normali kahverengi. Finlandiya’da da kahverengi gözü renkli göz olarak kabul ediyorlar. Ama tıbbi olarak düşünürseniz renkli göz demek kahverengi göz demektir. Çünkü mavi göz demek pigment eksikliği demektir. Gözde pigment olmadığı zaman göz mavi hatta buz mavisi oluyor. Bunun üzerine ne kadar pigment eklenirse, yavaş yavaş işte ela, yeşil, bal sarısı, kahverengi ve de koyu kahverengi oluyor. Pigmentli göz daha sağlıklı göz diyebiliriz, çünkü pigment güneş ışınlarından korur.

"Ameliyatta füze teknolojisini kullanıyoruz"
Katarakt, miyop ve şaşılık tedavisi yapıyorsunuz. Miyopların gözlerini kısarak bakışları ya da şaşıların o hafif mesafeli, karşıdaki insanı kaale almaz gibi bakışları bir cazibe etkisi de yapıyor bazen. Hatta kadının şaşısına "şehla" denir edebiyatta. Ameliyattan sonra yüzlerinin, bakışlarının çok değiştiğini söyleyenler oluyor mu?
Miyoplar gözlerini hafif bir kıstıklarında böyle puslu, buğulu bir bakışları olur. Buğulu bakışları olanlar genelde miyoptur aslında. Miyoplarda böyle bir karşısındakini süzme olayı olur. Bu da kadınlara daha hoş, gizemli bir tavır katabiliyor. Ama biliyorsunuz büyük göz de, badem göz de kadında makbul. Ameliyattan sonra da badem gözlü oluyor.

Polis kulüplerde cebinde göz damlası bulunanları muayeneye gönderiyor. Çünkü insanlar esrardan gözleri kanlanmasın diye gözlerine damla damlatıyorlar. Neden esrar içenin gözleri kanlanır?
Bunun nedeni içerken göze kaçan dumanın etkisi de olabilir, başka bir şey de olabilir. Mesela esrarın göz tansiyonuna iyi geldiğini, hafif bir düşüş yaptığını biliyoruz.

Leopard tanklarının bütün optik silahları ünlü optik ve gözlük markası Zeiss tarafından üretiliyor. Silah teknolojisinden de tıbbın bir şeyleri aldığı oluyor mu? Çünkü ne de olsa dünyada en hızlı gelişen teknoloji silah teknolojisi hâlâ.
Tabii. Lazer teknolojisi de önce silah sanayiinde geliştirildi. Mesela biz bu lazer tedavisinde gözü takip eden "trekker" dediğimiz bir sistem kullanıyoruz. Bu gözü saniyeden daha küçük birimlerde takip ediyor. Biz bunu göze kilitliyoruz ve gözü takip ediyor. Mesela bu teknoloji füzelerin teknolojisiyle aynı.

"Televolelere çıkmak istemiyorum, estetik cerrah değilim"
Şimdiye kadar kaç hastanız oldu?
20 binin üzerinde tedavi yaptım 10 senede. İlk başta entelektüel hastalar korkuyordu lazerden, "Aman, lazer fazla kaçar, ya beynimi delip geçerse" diye. Doğu’dan gelenler daha çok güveniyordu. Şimdi entelektüel hastalarım daha çok.

Bir de son yıllarda medyatik, popüler hastalarınız da çoğaldı galiba. Televolelerde sizin ameliyatlarınız haber oluyor.
Hayır, benim hastalarımın yüzde 40’ı İstanbul dışından geliyor. Ama medya sadece ünlü hastalarımızı takip ediyor. Biz de halkın haber alma, basının haber verme özgürlüğüne saygı gösteriyoruz. O yüzden televolelere çıkıyoruz. Aslında bundan kaçınmak da istiyorum. Çünkü ben bir plastik cerrah değilim.

Ya, sizin tedavi yönteminiz için "gözü lazerle çiziyor" diyorlar. Ne demek bu?
Çizik filan atmıyoruz, korneadan bir doku tabakası alıyoruz, tıraşlama yapıyoruz. Lazer bu dokuyu ya yakıyor ya kesiyor ya da benim kullandığım soğuk lazerde dokuyu doku buharına dönüştürüyor. Ve bu işlem bilgisayarla kontrol ediliyor. Bilgisayara hangi numarayı girersek onu yapıyor. Ama bilgisayarlar sonuçta aptal cihazlar. Siz neyi girerseniz onu yapıyor. Yani bir doktor faktörü, bir cerrahi yetenek söz konusu.





PAZAR