20.04.2008 - 01:49 | Son Güncellenme:
NAKİ ÖZKAN
Yazar Enis Batur, Cumhuriyet Kitap’ta yayımlanan “Yurttaş” başlıklı yazısında Türkiye’nin geçirdiği değişimi yurttaş, birey, cemaat, aydın ve otorite kavramları üzerinden ele almıştı. Kısa, bir o kadar da çarpıcı ifadelerin yer aldığı bir yazıydı bu.
Söz konusu Türk edebiyatının en üretken yazarlarından birisi olunca, bu yazıyı bir röportaja dönüştürmek gerekiyordu. Üstelik, Batur’un Türkiye fikir ve edebiyat ortamına katkısı hiçbir zaman yazdığı 100’ün üzerindeki kitabı ile sınırlı olmadı. O, yazar ve şairliğinin yanı sıra yayımcı, çevirmen ve araştırmacı kimlikleri ile de tanındı.
Özellikle yayınevi yöneticiliği ile Türkiye’ye çok değerli yapıtlar kazandırırken, yayıncılık anlayışını da değiştirdi. Ve hep kendisine ait bir köşesi oldu Batur’un, hiçbir entelektüel cemaat içinde tasnif edilemeyen bir duruşu da...
“Neyin Nesisin Sen” adlı kitabıyla geçen günlerde Necatigil Şiir Ödülü’nü kazanan Batur’un “Ada Defterleri” adlı yeni kitabı da yayım aşamasında.
Siz, “Cumhuriyetin temel hedefi yurttaş yaratmaktı. Yurttaşlık, bir tür üniformadır. Bireyleşememiş yurttaş ise üniformasını çarçabuk bir başkasıyla değiştirir” diyorsunuz. Bireyleşememenin, devrim muhafızı, mücahit, partizan yaratmak için uygun ortamı sağladığını da söylüyorsunuz. 1970’lerdeki solculuk, 1990’lardaki İslamcılık üniforması bu yüzden mi rahatlıkla giyildi?
“Kul” statüsünden “yurttaş” statüsüne bir çırpıda geçilmiyor tabii. Atatürk’ün Afet İnan’a yazdırdığı “Medeni Bilgiler” kitabına dikkatle bakmak gerekir. Çerçeve üzerinde çok ayrıntılı biçimde düşünüldüğü, buna karşılık, yurttaşın bireye dönüşme sürecinin es geçildiği görülüyor orada.
Amerikan filmlerinde “Ben vergimi ödüyorum” diyerek devletin temsilcisine diklenenlerle karşılaşınca şaşırıyoruz. Çünkü ülkenin en büyük şehrinde her gün elektrik, su kesilmesini kendi kendimize söylenerek geçiştirmeye alışmışız.
Birey haklarını, yurttaş görevleriyle denkleştiremedik. Bu duruma tepkimizi çeyrek yüzyılda bir ideolojik kimlik değiştirerek gösteriyoruz. Bir çözüm yolu olsaydı, düğümlerimiz kördüğüm olmazdı.
“Bugün, Türkiye nüfusunun yarıya yakını bütün misillemelere karşın, yurttaş kimliğini koruyor. Nüfusun yarısı ise bir cemaatin, bir bölgenin, bir ümmetin üyesi olarak yaşıyor” diyorsunuz.
Toplumun yarısı yurttaş olamadıysa, cumhuriyetin yurttaş yaratma projesi başarıya ulaşmadı diye mi bakmalıyız? Toplumun yarısı kimliğini yurttaş olarak tarif edebiliyorsa, cumhuriyet başarılı olmuştur diye sevinmeli miyiz?
Söyleyeceklerimin demode bulunacağını biliyorum, bir süredir geçmişin bütün devrimci girişimleri hafife alınıyor zaten. Ben cumhuriyetin büyük, önemli, ileri bir kırılma olduğu görüşündeyim. Proje bir noktada durmuş, gelişeceğine gerilemiştir, o ayrı bir konu. Sosyalist devrim bağlamında da öyle.
Gelgelelim, yeryüzü cehenneminin vardığı noktaya bugün baktığımızda, geride kaldığı ileri sürülen bu kalkışımlardan, daha sağlıklı bir gelecek için çıkartılabilecek dersler olduğu ayan beyan ortadadır. Bütün düşleri, ütopyaları ezdik, elimizde ne kaldı?
Cumhuriyetin başarılı olması için çok daha fazla çaba harcamak gerekir. 1789 Devrimi’ni düşünün, o günden bugüne kaç varta atlattı Batı Avrupa ülkeleri, bizden çok daha ağır bedeller ödediler.
Belki bundan, kişisel olarak, Türkiye’nin muhafazakarlaşma eğiliminden çok tedirginim, tam tersine, devrimsel çıkışlar gerekli toplumumuza diye düşünüyorum.
“Köhne bir yaşam modeline özlem”
“Bireysel çıkışların gidip çarpacağı duvar mahalle baskısıdır. Çarşamba cemaatinin yaşama alanına Troçkist bir kitapçıyı, eşcinsel bir dişçiyi, tanrıtanımaz bir öğretmen çifti sokamazsınız, barınamazlar, barındırılmazlar” diyorsunuz. Bu betimleme genelleşiyor mu?
Çarşamba uç bir model belki ama ülke genelinde, köhne bir yaşam modeline dönüş özlemi sonuç veriyor şüphesiz. Kutsal katsayısı gitgide yükseliyor her boyutunda hayatın. Devlet, millet, cemaat, aile derken tutucu bir çemberler dizisinin içinde hapsoluyoruz.
Herkes kendi dokunulmazlarını abartıyor. Herkes ötekinin özgürlük alanını kısıtlamayı, kendi özgürlük alanını genişletmenin tek şartı sayıyor. Böyle birlikte yaşayamayız. Nitekim yaşayamıyoruz.
Sizin Çarşamba tarifiniz bir yaşam tarzına değil, bir rejim tarzına vurgu yapıyor sanki... Endişelenelim mi?
15 yıl kadar önceydi, Berlin’de “Doğu-Batı ikilemi” üzerine düzenlenen bir toplantıya katılmış, Goethe’nin “Divan”ından hareketle aidiyet sorunları, kimlik bölünmeleri üzerine bir süre ahkam kestikten sonra yurda dönmüştüm.
Havaalanında pasaport polisi bana “Eskişehir’in içinden misin?” diye sordu ve o alışılageldik soru, benim kurmaya çalıştığım kumdan kaleyi yerle bir etmeye yetti.
Gelişmeler, gitgide köstebekleştiriyor insanımızı. Yakında sokağımıza gömülecek, bütün komşularımızı düşman olarak görmeye koyulacağız. Şu halimize bakın: Kaç yüz parçaya bölündük. Sanki her konuda zıttımız olmazsa huzurumuz kaçacak gibi. Endişelenmek için çok geç kaldığımız ortada.
“Tanrıtanımaz çift” örneğiniz bile artık naif bir örnek olarak kalmaya başladı. Eskiden aydının en büyük özelliklerinden birisi de tanrıtanımaz olmasıydı. Şimdi, tanrıtanımazlık bir suç gibi algılanıyor. Din artık sorgulanmayan bir alan oldu. Mahalle baskısı mı var? Aydın, dini tereddütler mi geçiriyor?
Ütopyaları defterden silerseniz, klasik ölçütler boşluğu doldurur. Bütün dünyada dinlere geri dönüş dönemi yaşanıyor, bazı coğrafyalarda daha da yoğun biçimde.
Türkiye’de sorun çok yalın ve düzayak aslında, boşuna lafı eveleyip gevelemeyelim: Toplum düzeni, din esaslarına uygun biçimde mi düzenlenecek, din dışı esaslara göre mi? Basitleştirmiyorum, bana kalırsa işin özü bu şimdi.
Sorgulanamayan her şey totalitarizmi getirir. Her büyük din, büyük bir kültür ortaya koymuştur. Bu kültürü tanımayan, ona sırtını dönen tanrıtanımazı ciddiye alamayız. Din dışı kültürü hiçe sayan cahil ve sofuları da... Karşılıklı, kökten sorgulamalar yaşanmayan ülkelere kâbus çöker. Biz bunun eşiğindeyiz bence.
Asker çocuğundan babayı üzen cümle
Demokrat olmanın ölçüsü, askere karşı olmak mı? Askerin demokrasilerde, siyasi yelpazede yeri yoktur. Ordunun siyaset dışı kalması, demokrasinin gerçekleşmesi anlamına gelmiyor. Bizim önce ülkemizdeki siyasi partilerin demokrasiye nasıl yaklaşabileceklerini tanımlamamız ve seçmen kimliğimizle bu beklentimizi dayatmamız şart.
Üç-dört kişinin seçip önümüze koyduğu isimlere oy vererek geçemiyoruz demokrasiye. İşin kötüsü, siyasal düzlemdeki demokrasiye mesafemiz, her zaman ordunun müdahil olma gerekçesini, meşruluğunu doğuran bir durum. Antidemokratik yollardan demokrasi 20’nci yüzyılın en zalim buluşu galiba.
Siz bir asker çocuğusunuz. Hatta, ünlü bir komutanın (Eski Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Muhsin Batur)... Hep karşı taraftan bakıyoruz askerlere. Bir askerin ailesi nasıl yaşar? Sizin ilişkileriniz nasıldı, babanızla? Hiçbir çevreye sığamayan bir entelektüel olarak, evde özgürlük mü vardı, otorite mi? Üzerine hayli yazılmış olmasına karşın, ordu Türkiye’de hâlâ bilinmeyen bir ülke gibidir. Gibisi fazla ayrıca, içeri kolay giremezsiniz. Okuduğum kadarıyla, ordu gerçeğini tek doğru gören Mehmet Ali Kışlalı olmuştur.
Asker ilk gününden en üst kademeye giden çizgide, ülke siyaseti üzerinde hak ve sorumluluk sahibi olduğunu düşünmesini sağlayacak biçimde yetişir ve eyler. Bunun tersini, ancak, her şeyi tepeden tırnağa değiştirerek elde edebilirsiniz.
Gelmiş geçmiş en ılımlı komutanı bulun ve ona sorun: “Hiçbir durumda müdahale etmeyiz, diyebilir misiniz?”. Size “hayır” yanıtını verecektir.
Babam hem tipik bir cumhuriyet subayıydı hem de atipik yanları vardı. Bana kalırsa, askerden çok siyasetçiydi. CHP senatörü olduktan sonra tanıdı siyaseti ama ordu yıllarında düpedüz siyasiydi.
Ben çocuk yaşta yatılı okula, askeri ortamdan uzağa gittim. Babam komutan olunca yurtdışına geçtim. Yumuşak, oldukça yumuşak bir otorite yerleştirmişti eve, ama asıl patron annemdi.
Sorunlu bir genç, dikkafalı biriydim, her vakit başlarına dert oldum. Askerliğimi 12 Eylül döneminde Çankırı’da yaptım. Nokta dergisi benimle bir söyleşi yapmıştı sonrasında, “Askerliğin onurumu kırdığını” söylemiştim ve babam bu cümleme üzülmüştü.
Ne yapalım ki öyleydi. Türkiye’de ordunun siyasetten uzak durmasını sağlayacak formül basittir: Batılı anlamda demokratik, laik, özgürlükçü bir rejime geçersek, siyaset yapmalarına gerek kalmaz. Aksi halde, panzehir gibi durmayı sürdürecektir askerler.
“İktidarla dirsek teması tehlikeli ilişkiler kapsamındadır”
Şu sözleriniz de yeterince ağır: “Mahalle baskısı, entelektüel ortama da sıçradı. Bireysel duruşun, farklı düşünmenin horgörüldüğü, neredeyse dışlandığı küçük cemaatler oluştu. Bir papağan topluluğunu çağrıştırıyorlar.” Dünyayı değiştirmek için çabalayan bilgiye susamış aydınlar yok mu oldu?
Sorunun asıl kaynağını, aydınların bağımsız olup olmadıklarında aramak gerekiyor. İktidarla dirsek teması, her dönemde tehlikeli ilişkiler kapsamına girmiştir. Kasaba minnet etmeme ilkesi süs değildir. Aydınlarla erk arasında mesafe ayarı düzgün olmadı Türkiye’de. Hâlâ Çankaya sofrası gündemde. Uçak sohbetlerinde kim daha yakın koltukta oturacak kaygısı baş gösterdiğinde, muhalifliğin iliği zedelenir. İktidarı etkileme, yönlendirme bir yanılsamadır, masaldır. İnsan, nasıl olduğunu anlayamadan kündeye gelebilir, “Başkanın adamları” statüsünde bulabilir kendini. Aydınların topografya sıkıntısı sürüyor, nerede duracaklarını kestiremiyorlar.
“Liberal aydınların bazıları buyurgan”
Murat Belge, CHP’ye faşist dedi. Belge faşizmin ne olduğunu bilen biri. CHP faşistse, bir askeri darbe nedir?Faşist boyut her anlayışın içine sızıyor. Liberal aydınların bazılarında da buyurgan yaklaşımlar görüyoruz. Kaldı ki, bugün yerküreye hakim olan liberal bakış, bir katastrof tablosunun doğmuş olmasından ciddi ölçekte sorumlu tutulmayacak mı?
Türkiye’nin dramı şurada: Bütün siyasal partiler fazlasıyla tutucu. Bunlardan birine oy verenleri faşist saymak ölçüsüz bir değerlendirme olmuş. Zizek, öteki uçta, liberallerin faşist olduğu kanısında. Daha dengeli ve tartımlı bakış açılarını özlüyor insan.
Orhan Pamuk Ermeni ve Kürtlerle ilgili olarak ne dedi gerçekten? Son olarak da, “Türban geleneksel bir kıyafet” dedi. MHP bile başörtüsü ile türban arasındaki farkı vurguluyor. Biz eski kuşak yazarların ne düşündüğünü bilirdik net olarak. Neden, Pamuk’un ne düşündüğünü tam olarak bilemiyoruz?
Orhan Pamuk bir yazar, sistemli bir düşünce ortaya koymasını bekleyemeyiz ondan. Görüşleri parçalar halinde geliyor karşımıza, sık sık da yurtdışında yaptığı söyleşilerden seçilen cümlelerle yargılandığını gözlemliyoruz.
Benim anladığım kadarıyla Türkiye’nin, Batı Avrupa ülkeleri ayarında bir ülke olmasını geçiriyor gönlünden. Kendi payıma, ben de öyle olsun isterdim. Ne var ki, o yöne doğru gittiğimizi sanmıyorum.
Bizdeki AB yanlıları bir parça mandacıları çağrıştırıyor: AB’ye girersek sorunlarımız geniş ölçüde çözülecek umudunu besliyorlar. Oysa, sorunlarımızı başkaları çözmeyecek. Böyle giderse, biz de çözemeyeceğiz.
“Yalçın Küçük parlak bir kaçık”
Neden liberal aydınlar AKP’yi destekledi?
Liberaller eski düzenin direnişini, tek yeni unsur saydıkları AKP’nin kıracağına bel bağladılar yanılmıyorsam. Oysa, AKP’lilerin özdeki tasası farklı değil eski düzeninkilerden: Ne özgürlükten yanalar gerçekte ne hiyerarşik şemaları bir değişim gösteriyor.
Eskiden ötekiler vardı, şimdi biz varız, olacağız. Hepsi bu. TSK yöneticileri de dindar olabilirse, düzende herhangi bir dönüşüme gereksinmeleri kalmayacak.
Türk aydını AKP’yi destekleyerek, devlet tarafından çok hırpalanmışlığının intikamını mı alıyor?Böyleyse, daha çok hırpalanacak demektir. Aydın her durumda iktidardan uzak durmalıdır. Türkiye’de gerçek iktidarı AKP’nin temsil etmediğini düşünmek aymazlıktır: Bir tür koalisyon düzeni içindeyiz.
Liberal aydınlar, AKP’yi eleştirdi bir dönem. Ahmet Altan “Ortaklığımız...”; Fehmi Koru “Koalisyon...” dedi. Aydınların, AKP ile ya da bir başka iktidar ile “ortaklık”, “koalisyon” gibi kavramların içinde bulunduğu bir ilişkiye girmesini nasıl yorumluyorsunuz?
Türkiye’nin acil alternatif politikalara muhtaç olduğunu düşünüyorum. Aydınların, ortaklık arayacaklarına, farklı çözüm yolları bulmaları yerinde olur. Yeni modeller peşine düşmeliyiz.
Siz röportaj yapılan birisiniz ama Yalçın Küçük’le röportaj yaptınız. Neden Yalçın Küçük? Sizin için ne ifade ediyor Küçük?
Yalçın Küçük benim hocam oldu. Çok yetenekli ve zeki biriydi. Bir tür delirdiği kanısındayım. Her gün bir sürü vasat akıllıyla söyleşiliyor, parlak bir kaçığın, doğru sorular karşısında söyleyebilecekleri neden önemsiz olsun? Aşırılıklardaki haklılık payı beni her zaman cezbetti.