Pazar Savaş ve barış (2)

Savaş ve barış (2)

25.05.2008 - 01:00 | Son Güncellenme:

Bu ırmağa, taş köprünün ötesinden başlayan eski kentle şatosuna bir yerden aşinayım sanki. Blois’da İstanbul’u, orada bıraktıklarımı, geçmiş günleri düşünmek gelmiyor içimden

Savaş ve barış (2)

Charles d’Orleans eskiden olduğu gibi şatonun avlusunda nal sesleri zırhların şakırtısına karışmıyordu artık, askerler ve şövalyeler talime çıkmıyor, savaş meydanlarında kan oluk gibi akmıyordu. Genç eşinin düzenlediği şölenlere de mecbur kalmadıkça pek katılmıyordu.
Genellikle, yıllar önce bir cinayete kurban giden babasının yasını tutarken giydiği siyah elbiseye benzer bir giysi oluyordu üzerinde, şatafattansa hiç hoşlanmıyordu. Ne buruk Loire şaraplarından içiyor ne de amcalarının çoğu gibi allı yeşilli, samur kürklü, ipek giysiler içinde dolaşıyordu. Yalnızca yakın çevresine karşı değil, topraklarında yaşayan herkese karşı cömert ve anlayışlıydı.
Siyasetten elini ayağını çekmiş, kendini tümüyle kitaplarına vermişti. Geceleyin dışarda kar yağar şöminede odunlar çatırdarken o mum ışığında okuyor, hapisteyken yanından hiç ayırmadığı meşin ciltli defterine dizeler karalıyordu.
Son anda ipten kurtulan o şair de tam bu sırada geldi Blois’ya. Adı François de Montcorbier’ydi ama Paris’in öğrenci çevrelerinde, yalnızca öğrenci çevrelerinde de değil, kötü mahalleleriyle meyhanelerinde de Villon olarak biliniyordu.
Sorbonne Üniversitesi’nde öğrenciyken yoksul bir hayat sürmüş, derken sefahata dalıp hırsızlık yapmaya başlamış, dersleri izleyeceği yerde tavernalarla genelevlerin müdavimi olmuş, sonunda kalem tutan elini kana bulamıştı.
Evet, bir cinayet bile işlemişti genç şair, Blois’ya gelip yaşlı dükün himayesine sığınmak istemesi şatodaki şiir yarışmalarına katılıp soylu şiirseverlerin gözüne girmek için değildi. Daha birkaç ay önce, bir Noel gecesi, herkes gece ayinindeyken arkadaşlarıyla College de Navarre’ın kasasını açıp içindeki parayı çalmışlardı. 

Blois’da düzenlenen şiir turnuvasında hesaplaşma
Bu nedenle terk etmişti Paris’i, terk ederken de o müthiş zekası, uyak düşürmedeki olağanüstü maharetiyle geride kalanlara hitaben ünlü dizelerini yazmıştı. Sonra, ver elini Fransa! Birçok şair gibi kendinden değil, adaletten kaçıyordu. Yollara vurmuş, nerede sabah orada akşam bir serseri hayatı sürmeye başlamıştı.
Bu arada önüne çıkan fırsatları kaçırmıyor, yol kesip gözüne kestirdiğini soyuyordu. Sonunda Charles d’Orleans’ın Blois’daki şatosunda şiir yarışmaları düzenlediğini duyunca burada almıştı soluğu.
Bu kıyı adamının, dahi olduğu kadar serseri, hatta cani ruhlu şairin, kral VI. Charles’ın kardeşi ve müstakbel Fransa kralı XII. Louis’nin babası olan Orleans Dükü Charles ile karşılaşmasını hayal edebiliyor musunuz? İlki henüz “Asılmışların Baladı”nı yazmamış da olsa suç dünyasının, öteki duyarlı şiirleriyle “courtois aşk”ın temsilcisi. Biri Fransız şiirine argo sözcükleri, fahişe ve pezevenklerin kullandığı dili, öteki Rönesans inceliğini sokan şair.
Ve Blois’da buluşuyorlar, şövalyelerin katıldığı turnuvalardan biraz farklı bir turnuvada, bir şiir yarışmasında hesaplaşmak üzere. Konu “Je meurs de soif aupres de la fontaine” çünkü şatonun avlusundaki çeşme kurumuş nedense, o canım mermer yontulardan su akmaz olmuş. Ama öyle ya, insan sevgilisine kavuşmuşken, murat alıp murat vermişken de onun özlemiyle yanıp tutuşabilir. Yanındayken bile hasret değil midir ona? Çünkü aşkın temelinde arzu, yani cinsellik, yani doyumsuzluk vardır; insan hep daha fazlasını, aşkın ve hazzın daha çoğunu ister. 

Sürgündeymiş gibi yaşasa da Fransa ona sahip çıktı
Villon’un Blois’da yazdığı ünlü şiiri bir de bu açıdan okumalı: “Çeşmenin yanında ölüyorum susuzluktan / Alev kadar harlı, dişlerim takırdamakta açlıktan / Sürgünüm kendi ülkemde gurbete çıkmışım gibi / Titreyip duran bir kor parçasıyım gizliden yanan.”
Bu dizelerde, Charles d’Orleans’ınkiler de dahil yarışmaya katılan diğer şairlerin yapıtlarında olduğu gibi uyak düşürme çabası yok yalnızca, bir insanın alınyazısı da var. Villon sevgilinin yanındayken bile onun hasretini değil, kendi acı akıbetini dile getiriyor aslında. O, yolu şatoya düşen bir kurt belki de, avcıların peşinde olduğunun da farkında. Zaten Blois’nın adı “Kurt Yurdu” anlamında Bleiz’den gelmiyor mu?
Villon yarışmadan birkaç yıl sonra Paris’te idama mahkum edilip son anda ipten kurtuldu. Bir daha da kendisinden haber alınamadı. Tarih sahnesinden çıkıp efsane kahramanların arasına karıştı. Ve kendi ülkesinde sürgündeymiş gibi yaşamış olsa da Fransa sahip çıktı şairine.
Bu ırmağa, yanım sıra akıp giden, maviden gümüş rengine dönen sulara ve taş köprünün ötesinden başlayan eski kentle şatosuna bir yerden aşinayım sanki. Blois’da İstanbul’u, orada bıraktıklarımı, geçmiş günleri düşünmek gelmiyor içimden. Çeşme başında susuzluktan ölsem de bu kente ilk kez birlikte geldiğim o genç kadını anımsamak istemiyorum. Yine de Villon’un ünlü dizesini mırıldanmaktan alamıyorum kendimi: “Nerede bıldır yağan kar şimdi?”