Pazar “Siyaset için doğru zamanı ve doğru takımı bekleyeceğim”

“Siyaset için doğru zamanı ve doğru takımı bekleyeceğim”

08.02.2009 - 01:00 | Son Güncellenme:

Oya Ünlü Kızıl’ı, Kemal Derviş’li günlerde Başbakan Başdanışmanı olarak tanımıştık. Beş yılı aşkın süredir Koç Grubu’nda, şimdi grubun kurumsal iletişiminin başında. 2008 yılında, ABD’nin en prestijli üniversitelerinden Yale’den, “Küresel Lider Ödülü” alan 18 kişiden biri oldu. Oya Ünlü Kızıl aklında günün birinde siyaset yapmak olduğunu saklamıyor ama henüz vaktinin gelmediği konusunda ısrarlı: “Doğru zamanlama ve doğru takım olmadan ikna olmam.”

“Siyaset için doğru zamanı ve doğru takımı bekleyeceğim”

Aslında mesele ne Yale’den ödül alması, ne Koç’ta üst düzey yönetici olması, ne de 17 yılık iş hayatına birden fazla karpuz sığdırması... “Hem çocuk yapmış hem kariyer”, “Hem iyi bir eş olmuş, hem iyi bir evlat”, “Hem sosyal hem güzel” de demeyeceğiz. Bize göre Oya Ünlü Kızıl’ın insanda asıl saygı uyandıran tarafı son derece sade, sakin ve sahici olması. Üstelik bu kadar en’lerin, çok’ların, tam’ların ortasındayken kendinden böyle bir kadın ortaya çıkarmak da neresinden baksanız ince zeka ve görgü ister. O zaman da işte tüm bunların toplamı insana gönül rahatlığıyla yazdırır: “Ey Türkiye! Bu isme dikkat!” diye...


Deniyor ki, “Türkiye’nin en kariyer ve karizma sahibi kadınlarından biri Oya Ünlü Kızıl’dır”...
Yani her kim diyorsa çok teşekkür ederim, ama inşallah öyledir.

Türkiye’de sizden başka Yale Üniversitesi’nin “Küresel Lider Ödülü”nü alan var mı?
Yok, ilk ben oldum.

Peki nereden çıkmış Yale’in bu “küresel liderler” fikri?
Biliyorsunuz, Yale Amerika’nın en önde gelen üniversitelerinden biri. 300 yıllık bir geçmişi var ve lider yetiştirmesiyle ünlü. Son altı ABD başkanının dördü bu okuldan. Dolayısıyla üniversite, lider yetiştirme konusundaki bu iddiasını markalaştırmaya, bir network oluşturmaya karar veriyor ve 2002’de “World Fellows” programını başlatıyor. Her yıl dünya genelini tarayarak seçtiği 18 kişiyi dört aylık bir liderlik eğitimine tabi tutuyor.

Seçimi nasıl yapıyorlar?
Yale’in her ülkede aday sorduğu, akademi ve iş dünyasındaki isimlerden oluşan “komite”leri var. O komiteler kendi ülkelerinden çeşitli isimler belirliyor. Sonra o isimler Yale’in “bölgesel komite”lerinin önüne geliyor. Bölgesel komiteler adaylar hakkında sıkı bir araştırma yapıyor ve sonunda araştırmadan geçenler “aday” statüsünü kazanıyor.

“Yale’e gittiğimde oğluma yuva bile ayarlamışlardı”

Peki bu arada yedi yıldır ilk kez mi Türkiye’den aday sormuşlar?
Hayır, hep soruyorlar ama ilk kez birini seçiyorlar.

İlk aşamada toplam kaç aday seçilmiş oluyor?
Önce 1000 aday seçiliyor. Sonra bunu 500’e, sonra 50’ye, sonra da 18’e indiriyorlar.

50’den 18’e inerken neye göre eleme yapılıyor?
World Fellows programının direktörü bizzat 50 adayı arıyor. Birebir telefonda bir-bir buçuk saatlik mülakatlar yapıyor. O mülakatlara göre son 18 kişiyi belirliyor.

Ne gibi sorular var mülakatta?
Aslında tamamen makro konularla ilgili bir sohbetti. Dünyadaki enerji sorunundan iç savaşlara, siyasi çekişmelerden Türkiye’nin durumuna kadar çok çeşitli, o yüzden de hiç öyle önceden hazırlıklı olmana imkan olmayan konulardı. Tabii ilk başta biraz çekindim ne soracaklar diye ama sohbet açıldıktan sonra müthiş keyif aldım mülakattan.

Yanıtı ne zaman geldi?
Mart sonuydu sanıyorum. Tabii aklıma ilk gelen işim oldu. Çünkü yönetici olup da dört ay işinizden uzak kalmanız çok kolay bir mevzu değil, ama hem CEO’muz hem de Koç ailesi son derece destekçi oldular ve ağustosta Yale’a gittim.

Ömer?
Tabii oğlum ve annemle beraber.

Onlar ne yaptı dört ay?
Her ayrıntı Yale tarafından düşünülmüştü zaten. Şöyle ki, havaalanına indiğiniz anda bir şoför sizi karşılıyor. Elinde kapalı bir zarf... Zarfın içinde bir evin anahtarı ve hayatınızı kolaylaştıracak her türlü pratik bilgi... Eve bir gidiyorsunuz buzdolabı bile dolu... Ve oğlum Ömer için yuva dahi ayarlanmış.

Evdeki düzen böyleyse acaba sizin program nasıldı?
Çok ağır bir programdı. Her gün sabah 8’de başlayıp akşam 10’da bitiyordu.

Ne yapılıyordu o kadar saat?
Yale liberal eğitim felsefesi olan bir üniversite. Yani bireyi sadece bir sahada uzmanlaştırmayı değil, geniş bir spektrumda bilgiyle donatmayı amaçlıyor. Dolayısıyla “World Fellows” da bu felsefeye göre tasarlanmış.

Yani çok renkli?
Çok çeşitli, diyelim. Dört ana ayağın üzerine oturtulmuş: Birinci ayakta, Yale İşletme Fakültesi tarafından liderlik, stratejik karar verme, takım yönetimi, inovasyon, girişimcilik, pazarlık, kalkınma ekonomisi gibi konularda dersler alıyorduk. Mesela stratejik karar verme dersi genellikle bir oyun üzerine kuruluyordu, o çok zevkliydi. 18 kişi takımlara ayrılıp gerçek yaşamdan örnekler üzerine münazara yapıyorduk.
İkinci ayakta global konularda seminerler vardı. Benim en keyif aldığım bölüm bu oldu çünkü iş yaşamında bir makale dahi okumaya vakit bulamadığımız konularda, o konunun dünyadaki en iyi isimlerinden seminerler alıyorduk. Çok önemli isimleri dinledik; Bill Clinton, Tony Blair, Japon Dışişleri Bakanı... Üstelik mesela bir hafta süresince çevre konusunu mu işliyoruz, seminerimizin birini AB Çevre Komisyonu Başkanı Stavros Dimas’dan, diğerini bu konuda radikal kitaplarıyla ünlü Gustave Speth’ten ve bir diğerini de bir çevre ekonomistinden alıyorduk. Yani her küresel konuyu farklı isimlerden, farklı gerçekler ışığında inceleme fırsatı yarattılar bize. Bu bence çok zengin, tekrarı neredeyse imkansız bir deneyimdi.

Üçüncü ayak?
Üçüncü ayak da sabah kahvaltısı ve akşam yemeği konuşmacılarından oluşuyordu. Çeşitli CEO’lar, iş adamları, ünlü gazeteciler, hedge fon ve private equity fund’ın sahipleri gibi renk-li pek çok karakter bize eşlik edip, informal bir ortamda sohbet ediyorduk. Tabii asıl amaç network’ümüzü geliştirmekti. Dördüncü ayak ise Washington ve New York gezileriydi. Parlamenterler, büyükelçiler, düşünce kuruluşları, STK’lar ve finans kesiminden pek çok önemli kişiyle tanışıp, yerinde bilgiler aldık.

“Siyaset için doğru zamanı ve doğru takımı bekleyeceğim”



“Elbette kişisel tatminimin maksimum noktası kamu hizmetinden geçiyor”

Seçilmiş 18 ismin içinde sizden başka kimler vardı?
Mesela, İngiltere Dışişleri Bakanlığı Antiterör Başdanışmanı, Nikaragua Savunma Bakanlığı Müsteşarı, Çin Hükümeti Baş Hukukçusu, AIDS konusunda dünyanın en büyük kliniklerinden birinin başında bulunan Zimbabweli bir epidemiolojist. Hepsi farklı sektörlerden, çok değerli isimler.

Programın direktörü siz dahil, bu 18 kişi için “Gelecekteki başarı potansiyelleri sınırsız” demiş. Nedir gelecekle ilgili planınız?
Önce şunu söyleyeyim; eğer insan potansiyelinin tamamını kullanabildiğini bir kez hissederse daha sonra hep onu aşmaya çalışıyor ve bundan da büyük zevk alıyor. Sınırsız denilen şey bence o ve herkes için de geçerli. Şahsen ben kişi istedikten sonra yapılamayacak çok az şey olduğunu düşünüyorum.

Tamam da siz ne yapacaksınız? Yani herhalde Yale ömür boyu özel sektörde kalmayacağınızı gördüğü için sizi oraya çağırdı, değil mi?
Siz benim işimden atılmamı mı istiyorsunuz? (Gülüyor)

Hayır, ama bir yanıt da istiyoruz tabii...
Peki o zaman; dürüstçe cevap vermek gerekirse benim kişisel tatminimin maksimum noktası elbette kamu hizmetinden geçiyor. Çünkü her gün sınırsız sayıda insanın hayatına dokunabileceğiniz, size yeni şeyler üretme fırsatı veren, hele ki bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde bir kuşağın kaderini değiştirecek şeyler yapabileceğiniz tek yer siyasettir. Kaldı ki kim istemez? Dolayısıyla benim de gelecek için bu yönde ideallerim var ama tabii kısmet olur mu, onu bilemem.

“Barack Obama’nın yarattığı heyecanı yaratabilecek bir lidere sahip ekip şart”

Yani yakın zaman için bir siyaset planınız yok...
Hayır, ben kendim için henüz doğru zamanın geldiğini düşünmüyorum.

Ne ikna eder sizi?
Doğru zamanlama ve tabii doğru takım...

Doğru takım?
Yani heyecanlı, birikimli, deneyimli, ülke sevgisi olan, dürüst insanlardan oluşan ve her şeyden önemlisi Obama’nın yarattığı o heyecanı yaratabilecek bir lideri olan, “Bu ülkenin çocukları için biz bu ülkeye çağ atlatacağız” diyebilen bir ekip olması şart. Şimdi bunlar belki önce kulağa biraz imkansız gibi geliyor ama inanın, aslında hiç değil.

O zaman şöyle soralım: Sizce hayatınızın bir daha Ankara’ya uğramama olasılığı ne kadardır?
Galiba bu çok az bir olasılık, ama diyorum ya, bunları konuşmak için bile erken. Ben doğru zamanı ve doğru takımı bekleyeceğim.

“Kemal Derviş’i yıpratmak Türkiye’ye zarar verdi”

“Siyaset için doğru zamanı ve doğru takımı bekleyeceğim”
Siz Kemal Derviş’le ilk Dünya Bankası’ndayken mi tanışmıştınız?

Tabii ben daha önceden ismini biliyordum ama ilk orada tanıştık. O sıralarda Dünya Bankası’nda art arda mülakatlara giriyordum. Onlardan biri de Kemal beyle idi. Baktım diğer departmanların mülakatlarındaki sorular hep teknikti ama Kemal bey söze rafından çıkardığı bir dergiyle başladı. Hiç unutmuyorum, Tempo dergisiydi. Ortasından bir sayfayı açıp masanın üzerine koydu. Bir kız tribünde futbol maçı seyrediyor. Türbanlı. Alnına tuttuğu takımın bandını takmış ve eliyle de bozkurt işareti yapıyor. “Ne düşünüyorsun?” dedi Kemal bey. İşte oradan bir siyasi sohbet başladı ve saatlerce Türkiye üzerine konuştuk. Sonunda başka departmanların da mülakatını kazanmıştım ama elbette bana Türkiye’yi soran Kemal Derviş’le çalışmayı tercih ettim.

Sizce Kemal Derviş’i bir gün yeniden siyasette görür müyüz?
Bunu kendisinin yanıtlaması gerekir, ben tabii görebilmeyi umarım. Ancak Türkiye’de kaliteli insanların çok kıymetini bilemediğimiz ve bazen yıldırdığımız da kesin. Örneğin beni çok üzen bir konu, o dönem kendisini en haksızca eleştiren ve yıpratan kişilerin, sol görüşte olduklarını savunan aydın ve yazarlar olmasıdır. Dünyada dahi sosyal demokrat kimliği ve bu konudaki ödünsüz tavrıyla anılan bir ismi bu şekilde yıpratmak Türkiye için gerçekten pahalıya mal oldu. Çünkü bana göre Kemal Derviş böyle bir konjonktürde tam da Türkiye’nin ihtiyacı olan ve sahip çıkmamız gereken bir isimdi. Ekonomiyi ve dış ilişkileri aynı başarıyla yönetebilecek, toplumsal barışı sağlayabilecek, Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne en doğru şartlarla sokabilecek biriydi.Türkiye’de bu kalibrede onlarca insanımız olmadığını da sanırım herkes kabul eder.


“Çocukken her kış tek başıma kayak kampına giderdim”
Başarılı bir insanla karşılayınca hep merak edilir, acaba nasıl bir çocuktu diye; siz nasılmışsınız?
Annem hamileyken babam Jean-Jacques Rousseau’nun “Emile”ini okuyormuş. Kitaptaki karakterin özgür ruhlu, özgüvenli bir çocuk olması ikisini de çok etkilemiş. O yüzden de beni hep Emile’i referans alarak yetiştirmeye çalışmışlar.

“Emile” olmanın pratiği nasıl bir şey?
Mesela 8 yaşımdan itibaren her kış beni tek başıma otobüse koyup kayak kampına gönderirlerdi. Yazın izci ve gençlik kamplarına... Hep kendi kararlarını kendi alan bir çocuktum. Ama işin komik tarafı, büyüdükçe evdeki o Emile durumum sona erdi. Örneğin lisede hafta sonları hep ev partileri olurdu, babam birine bile göndermemiştir beni. Bir tek cuma geceleri Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın konserlerine iznim vardı, o kadar. 25 yaşımdan sonra ABD’ye giderken bile çok razı değildi yani.

Siz şimdi bir “Emile” büyütüyor musunuz?
Galiba babamlar kadar cesur değilim ama biz de Emre’yle şunu yapıyoruz: Bebekliğinden beri Ömer’le hep büyük insanmış gibi konuşuyor ve hayatımızdaki tüm konulara onu da dahil ediyoruz. Bir de tabii ona hep iyi örnek olmaya çalışıyoruz.

Diyelim ki ne iş ne çocuk, tek başınıza kaldığınız bir boş vakit buldunuz; hemen ne yapıyor olursunuz?
Evle ilgili tasarımlar ve bir de güzel binaları gezerim. İşimle hiç ilgisi yok ama mimari ve tasarım çok zevk aldığım alanlar.

“Başucumda iki kitap var”

Peki, şimdi çıkıp başucunuza baksak, hangi kitap vardır?
İki kitap: Birincisi Abraham Lincoln’ün liderlik tarzı üzerine bir kitap. Obama’nın baş ucu kitabıymış, o nedenle çok ilgimi çekti. İkincisi de Hüseyin Atay’ın “Dinde Reform ve Atatürk’ten Kesitler” adlı kitabı.

Hâlâ spor yapıyor musunuz?
Düzenli yürümeyi, yüzmeyi ve kayağı hiç bırakmadım.

Kendinizle ne kadar ilgilisiniz; mesela sabah kalkıp işe gitmek ne kadar zamanınızı alıyor?
Duşumu aldıktan sonra hazırlanıp çıkmak en çok yarım saatimi alır. Her şey ne kadar sade ve net olursa benim için o kadar iyi...


“Masanın dört tarafında da oturdum”
n Sizce en güçlü yanınız, profesyonel hayatınızda size en yardımı olduğunu düşündüğünüz özelliğiniz ne?
Sanırım masanın dört tarafında da oturmuş olmam ve bunun bana sağladığı bakış açısı. Yani şöyle anlatayım:

1- Özelleştirme İdaresi’nde bürokrasiyi, bir ülkede neyi ne kadar yapabileceğini, önceliklerin neler olduğunu, bürokrasideki mantığın nasıl işlediğini öğrendim.

2- Dünya Bankası’nda kalkınmayı, daha doğrusu kalkınamamayı, dünyanın küreselleşme sürecini, işlerin global ölçekte nasıl yürüdüğünü ve “Grand strateji”yi öğrendim.

3- Başbakan başdanışmanıyken Ankara’yı, aslında çocukluğumdan beri içinde olduğum siyaseti bizzat yaşamayı ve Türkiye’nin dengelerini öğrendim.

4- Koç’ta da özel sektörün Türkiye’ye ve dünyaya nasıl baktığını, iş dünyasının inceliklerini, kurumsal kimliğin ne olduğunu öğrendim. Buradaki görevim sürekli STK’larla iç içe geçtiği için aslında masanın STK tarafına ilişkin de ciddi bir deneyim kazandım ve şimdi bunların hepsi hayatımın her aşamasında bana inanılmaz yardımcı oluyor.




Koç markasını o yönetiyor

Haberin Devamı

Siz Koç’ta tam olarak ne yapıyorsunuz, ne demek ”kurumsal iletişim”?
Özetle, “Koç” markasının ve itibarının, kamuoyundaki algısının, en doğru şekilde yönetilmesine çalışıyorum.

Yani Koç imzasının nereye yakışacağına karar veriyorsunuz?
Aynen; Koç isminin nasıl konumlandırılacağı, ne gibi projelere katılacağı, hangi sosyal ve toplumsal sponsorlukları üstleneceği gibi markayı ilgilendiren her şeye bizim departmanımız bakıyor.

Mesela neler yaptınız şimdiye kadar?
Örneğin aklıma ilk gelen “Meslek Lisesi, Memleket Meselesi” projemiz. Türkiye’de mesleki eğitimi ve onun sanayiyle işbirliğinin önemi konusunda fark yaratmayı başardığımız bir projedir; benim için de çok özeldir. Yine mesela “Ülkem İçin” projemiz. Madem Koç en yüksek çalışan sayısı ve en geniş bayii ağına sahip, o zaman her ildeki bayii ağı o ilin bir sorununa parmak basacak proje üretsin dedik. Şu ana kadar 223 proje yapıldı ve hepsi çok başarılı oldu. Sonra ortak bir proje yapıp, tam 700 bin fidan diktik.
İstanbul Bienali’nin stratejik ortağıyız. Her yıl yaklaşık 15 üniversitede “Koçfest” adı altında rock konserleri ve festivaller düzenliyoruz, 1 milyon genç katıldı; çocuk müzikali düzenliyoruz, 350 bin çocuk seyretti. Bunlar gibi daha pek çok proje var ve hepsi de beni çok mutlu eden projeler.


Oya Ünlü’nün hayatından satır başları:
22 Mart 1970: Konya’da doğdu. O dönem her ikisi de öğretmen olan Ülker-Fikret Ünlü çiftinin ilk çocuğu. Bir de erkek kardeşi var.
1977: Babası Beden Terbiyesi Genel Müdürü olunca Ankara’ya taşındılar. Aynı yıl TED Koleji’ne girdi. Çocukluk ve ilk gençlik yılları okçuluktan kayağa
kadar çeşitli spor dallarıyla iç içe geçti.
1987: Üniversite sınavını kazanan ilk 50’nin içindeydi, ODTÜ
İşletme’ye girdi.
1992: Uzman olarak Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’na girdi.
1996: George Washington Üniversitesi’nde iki yıllık uluslararası işletme mastırı yapmaya başladı. Mastırının altıncı ayında Dünya Bankası’na girdi.
2000: ABD’deki beşinci yılı dolduğunda ülkesine döndü.
6 Eylül 2000: George Washington’da tanıştığı Emre Kızıl’la evlenip, Oya Ünlü Kızıl oldu.
Şubat 2001: Tam özel sektörde çalışmaya başlamak üzereyken Kemal Derviş’in Türkiye’ye çağrılmasıyla birlikte kendisini Ankara’da buldu. Artık Başbakan başdanışmanıydı.
Kasım 2002: 21 ay süren başdanışmanlık görevi 3 Kasım seçimlerinin arifesinde sona erdi. CHP’nin milletvekilliği teklifini kabul etmedi.
Ağustos 2003: Dönemin CEO’su Bülent Özaydınlı’nın danışmanı olarak Koç Grubu’na katıldı.
2004: Koç Grubu’nun kurumsal iletişim ve marka yönetimi departmanının başına getirildi.
1 Ocak 2005: Oğlu Ömer doğdu.