Pazar Tahran'da kar

Tahran'da kar

13.01.2008 - 00:00 | Son Güncellenme:

Tahran'a yılda bir-iki gün kar yağıyor. Bu sefer benim kısa ziyaretime tesadüf etti. Yarım santimetre karın bütün ülkeyi felç ettiğine şahit oldum. Burada kış yaşamak hem sıkıcı hem renkli ama her zaman olduğu gibi öğretici

Tahranda kar

Kaç tane İran şahı bu şehre niyetlenmişse de, 1785'te Kacar hanedanından Feth Ali Şah, Tahran'ı başkent ilan etmiş; her yere ulaşımı kolay, Hazar Denizi'ne yakın, doğudaki Meşhed, güneydeki İsfahan ve Şiraz'ı denetleyebilen, o zamanlar havası suyu güzel bu şehri donatmaya başlamıştı. Yazları bütün gün İran şehirleri gibi sıcaktı ama kuzeyde Kacar şahlarının yaptırdığı Niyavaran ve Sahipkıran saraylarının etrafında serin ve lüks bir bölge oluşmuştu. Tahran'a yılda bir-iki gün kar da yağıyor; bu sefer kar benim kısa ziyaretime tesadüf etti. Yarım santimetre yağan karın bütün ülkeyi felç ettiğine şahit oldum. Cumhurbaşkanı evvela iki, sonra üç gün tatil verdi. Böylece haftayı-berf (kar haftası) boyunca Tahran'da mahsur kaldık. Uçaklar işlemez, karayolları güya buzlanmış, kapalı. Müzeler kapalı, kütüphane bile kapalı; amma Taler-i Vahdet denen büyük tiyatroda o geceki temsil ve Taler-i Rudaki'deki Tahran Gençler Senfoni Orkestrası'nın konseri ısrarla ve dolu dolu bir kitleye tehir edilmeden veriliyor. Bir de tabii Tahran'ın çarşı ve dükkanlarının kapanması ve alıcıların eve çekilmesi söz konusu değil. Şah Abbas 1589 yılında Horasan'a sefer edip Özbek Abdül Munim Han'ı kovalamak isterken hastalanıp Tahran'da oldukça uzun süre kalmış. İlk ağaç dikme ve imar işleri de onun zamanında başladı. 10 milyonu aşan nüfusuyla Tahran 1960'lardaki gibi latif değil ama o zaman olduğu gibi bugün de güney ve kuzey Tahran arasında dünya kadar fark var. Güney Tahran ne kadar fakirse, 56 milyon dolara apartman satılan kuzey Tahran o kadar umursamaz. Bize sorarsanız Tahran'ın ortası yani Kapalıçarşı ve eski bakanlıklar hepsinden daha ilginç.Daha önce uzun boylu vakit ayıramadığım yerlerin hepsi buradadır. Müze-i İran Bastan yani ünlü arkeoloji müzesi, sonra eski başbakanlardan Kıvam'us Saltana'nın evine kurulan Müze-i Abgine (Cam Eserler Müzesi), bakanlıklar, tapu kadastro dairesi, Osmanlı'nın Bab-ı Ali'si gibi ama daha gösterişli bir binalar kompleksi bu meydanda. Şimdi Tahran belediyesinin el koyduğu, 1930'larda yapılan İran Hariciye Nezareti, Persepolis harabeleri örnek alınarak yapılmış. Eski İran şahlarının sarayındaki milletler pavyonunu temsil eden bu bina II. Dünya Savaşı'ndan sonra Hiyaban-ı Milet-i Muttehide (Birleşmiş Milletler Caddesi) adını alan, yaya bölgesinin en görkemli, en tipik binası. Bu güzelliği yaratan mimar kim? Soruma hiç kimse, hatta o civarda çalışan meslektaşlar dahi cevap veremedi, hâlâ da öğrenemedim. Şehirde mahsur kalmak; Kapalıçarşı'yı, eski demiryol istasyonunu ve o civardaki geleneksel kahvehaneleri gezmek demek. Ortalama İranlı kahvehane-i sünneti denen bu yerlerdeki musikiyi dinliyor. Daha aydın olanlar bolca okuyor. Şiir ve sohbet monoton hayatı renklendiriyor. Resmi toplantılarda bile sıkıcı bürokrat konuşmalarından sonra, birisi mutlaka seciyeli bir üslupla, şiirsel tınılı bir dille konuşuyor. Dinlemek bir keyif. Nitekim pazar günkü Ferhengistan denen Sanat Akademisi'nin toplantısında İran'ın ünlü yazarlarından Cemil Tehlil'in mütalaası, mütalaa değil bir artistik nesirdi adeta.Yunanlılar, Romalılar gibi eski uygar milletlerden biri olan İranlıların da seciyeli konuşma ananesi devam ediyor. Ve bu ananeyi devam ettirenlerin başında Azerbaycan Türkleri geliyor. Tahran'da kış yaşamak hem sıkıcı hem renkli ama her zaman olduğu gibi öğretici. Aydın olanlar bolca okuyor 1960'lı yılların sonuydu. Ankara'daki Sanatsevenler Derneği, Madrid'deki edebi kafelerin, Paris'teki bazı edebi mahfellerin Türkiye'deki tek örneği gibiydi. Akşam sıkıntı dağıtmak için gelenler yanında, Ergun Sav gibi tiyatro ile uğraşan ince mizah türünün örneği yazarlar (sonra büyükelçi de oldu ve çok iyi sefaretnameler yazdı), Özdemir Nutku, Sevil Avcıoğlu-Yurdakul, Turan Erol, Hasan Hüseyin Korkmaz, tabii bizim Salim Amca (Şengil), ara sıra Sevgi Sanlı ve bahusus Sevgi Soysal ile Adalet Ağaoğlu gibi kişilikler buradaydı. Herkes meşrebine ve arkadaş grubuna göre yerleşir, sohbeti koyulturdu. Fahir Aksoy'un doğrusu pek seçimi yoktu, herkesle oturabilirdi. Evvela milletin yediğinin ve içtiğinin bir cinayet olduğundan başlardı. Bol mayonezli Rus salatası bir faciaydı. Kebap ayda bir belki yenirdi; birinin yediği sigara böreğine "Damar tıkanıklığı başlayacak" der, tereyağını zehir ilan ederdi. Sigarayı bırakmıştı, asıl önemlisi müptela olduğu içkiyi de... Can Yücel'e demlendiği bir saatte; "Yahu sen bu içkiyle yavaş yavaş ölüme gidiyorsun" demişti, el-cevap; "Eee Fahir bizim de acelemiz yok zaten." Diyet listesi 30 yıl boyunca değişti; Rana Cabbar'ın tıkınma üzerine verdiği tarifleri nasıl keyifle dinleyip seyrettiysek; Aksoy'un diyet listeleri de o derece keyifle dinlenirdi. Uygulamamak şartıyla tabii. Fahir Aksoy'u çok özleyeceğiz 1940'ların sonunda Ankara'ya gelmişti, 1950'lerin başına kadar "Kürdün Meyhanesi" denen Ankara'nın bohem, ucuz meyhanesini önce Salim amcanın Dost dergisinde tefrika halde tanıtan tasvirleri kaleme aldı, sonra bunlar kitap halinde yayımlandı. Fahir Aksoy katiyyen derbeder değildi. Bulunduğu ortamı sadece yaşamamış, kaydetmişti. Şunu açık söylemek lazım, Ankara'ya taşınan İstanbul entelektüellerinin toplandığı bu bulunmaz cemiyeti onun dışında kimse tanıtmayı düşünmemiş ve becerememiştir. Bir edebi sohbet gibi görünen "Kürdün Meyhanesi" bir dönem aydınlarının ve elitlerinin toptan değerlendirilmesi için en gerekli kitaplardan oldu. Derken Fahir Aksoy naif ressam olarak ortaya çıktı; yaptıkları hoşa gidiyordu, o bunun felsefesini resimden daha çok yaptı. Dünyada asude yaşamak için, aslında çok sıkı bir disiplin gerektiğini Fahir beyin hayatında gördük. Sigorta temsilciliği yaptığı zaman adeta sürünerek yaşamış ve renk vermemişti. O dönem de Ece Ayhan'ın kaymakamlık yaptığı kazaya gelip, kaymakamı soran Fahir beyi azametli duruşu ve mükemmel İstanbul şivesinden dolayı millet müfettiş zannetmişti. Orhan Kemal'in "Müfettişler Müfettişi" romanına ilham veren odur. Aşırı muktesit yani tasarruflu yaşamasından dolayı "meccani Fahir" diyenler vardı. Oysa eski ailelerin bütün çocukları gibi ara sıra bir miras yediği veya kıyı köşe bir arsasını sattığı vakit herkese karşı eli açıktı ve tabii bu arada bir tutkusu da ortaya çıkardı; yani Fahir Aksoy'un naif resminden daha naif olduğu bir alan dergiciliğiydi. Edebiyatımıza kazandırdığı Köken gibi dergiler bir müddet sonra onun zaafından istifade eden dostları yüzünden uzun ve lüzumsuz yazıların istilasına uğradı ve kapanıp gittiler. Aksoy da değişen Türkiye'nin özgün karakterlerinden biriydi. 93 yaşına kadar İstanbul'dan sonra Ankara'da, İzmir'de, Foça ve Erdek gibi ilçelerde kimseye fazla yük olmadan hayatını sürdürdü. Bu onun özgür olmasının ötesinde başarılı bir yanıdır. Yaşarken özlerdik, ölümünden sonra da çok özlenecek. Tasarruflu yaşadı